biz sonra bir gece, bir kış gecesi, çok da soğuk değildi, seksen yaşında dünyaca ünlü bir koca çınarı, bir fotoğrafçıyı kaybettik. koskoca yaşlı başlı adamı nasıl kaybettiğimizi bir türlü anlayamadık. bakılacak her yere baktık; ceplerimize, dolaplara, ayakkabılıklara, yatakların ve koltukların altına, koltukaltlarımıza ve yemin ederim ben en son buzdolabına bile baktım. -daha önceden başıma gelmişti, kedimi donmaktan son anda kurtarmıştım. hayvan üç gün sonra altıncı kattan düşüp içi dışına çıkınca buzdolabında bırakmanın daha hayırlı bir ölümle sonuçlanacağını anlamıştım ama iş işten geçmişti. hayvanı alıp tekrar buzdolabına koymanın da bir mantığı yoktu artık. bazen kaderle oyun oynanmıyor.-
ne diyordum, nasıl olduysa adam bir anda kayboldu. annemizleri, annesi babası ayrı olanlarımız babamızları, o gün gittiğimiz arkadaşlar evlerimizi filan, hepsini aradık ama bulamadık. kafası güzel olanlarımızı suçlamayı düşündük ama kafası güzel olanlarımız kadar kafası çirkin olanlarımız da vardı. kimsenin üstüne gitmek istemedik. zaten olan olmuş, adam kaybolmuştu. bunun üzerine bir de birbirimize girmemiz, yokluktan üzünç çıkarmamız çok saçmaydı. çorap teki gibi, anahtar gibi, pena gibi, para gibi, kalem ya da silgi gibi, kentkart gibi, cüzdan ya da ehliyet veyahut koskoca bir araba gibi kayboldu gitti adam. kimse adamı nereye koyduğunu bulamadı. son ve ümitsiz bir çare olarak daha önce baktığımız tüm ceplerimize ve tüm baktığımız her yere yeniden baktık. bir yandan oralara daha önce baktığımızı biliyorduk hep. ama sanki bir yerlere sıkışmıştı ya da panikle oralara çok da güzel bakmamışız gibi, birinin bi anda çıkıp “aha buldum lan, montun cebinde kalmış amk.” demesini bekledik. ama kimse demedi. artık hiç umudumuz kalmamıştı. aramayı yavaş yavaş azalttık. bir anda bırakmak vicdanımızı kanatacaktı çünkü. sonuçta koskoca adamı biz kaybetmiştik.
ilerleyen günlerde paralel evrenler demeye kalkan arkadaşı da sinirden bir güzel dövünce biraz rahatladık. olan olmuştu. koskoca adamı kaybetmiştik.
ne diyordum, nasıl olduysa adam bir anda kayboldu. annemizleri, annesi babası ayrı olanlarımız babamızları, o gün gittiğimiz arkadaşlar evlerimizi filan, hepsini aradık ama bulamadık. kafası güzel olanlarımızı suçlamayı düşündük ama kafası güzel olanlarımız kadar kafası çirkin olanlarımız da vardı. kimsenin üstüne gitmek istemedik. zaten olan olmuş, adam kaybolmuştu. bunun üzerine bir de birbirimize girmemiz, yokluktan üzünç çıkarmamız çok saçmaydı. çorap teki gibi, anahtar gibi, pena gibi, para gibi, kalem ya da silgi gibi, kentkart gibi, cüzdan ya da ehliyet veyahut koskoca bir araba gibi kayboldu gitti adam. kimse adamı nereye koyduğunu bulamadı. son ve ümitsiz bir çare olarak daha önce baktığımız tüm ceplerimize ve tüm baktığımız her yere yeniden baktık. bir yandan oralara daha önce baktığımızı biliyorduk hep. ama sanki bir yerlere sıkışmıştı ya da panikle oralara çok da güzel bakmamışız gibi, birinin bi anda çıkıp “aha buldum lan, montun cebinde kalmış amk.” demesini bekledik. ama kimse demedi. artık hiç umudumuz kalmamıştı. aramayı yavaş yavaş azalttık. bir anda bırakmak vicdanımızı kanatacaktı çünkü. sonuçta koskoca adamı biz kaybetmiştik.
ilerleyen günlerde paralel evrenler demeye kalkan arkadaşı da sinirden bir güzel dövünce biraz rahatladık. olan olmuştu. koskoca adamı kaybetmiştik.
Yorumlar