“Bütün
duyguların ve bütün eylemlerin; aşkın, savaşmanın, erdemin, ahlakın, nefretin,
sevginin, hor görmenin, hoş görmenin, aşağılamanın ve aşağılanmanın, bireyin,
toplumun ve tanrının ve aklınıza gelebilecek o diğer her şeyin öyle çok ve öyle
farklı tanımını yaptık ki, artık her şeyi biliyor ve aynı zamanda da hiçbir şey
bilmiyoruz. Dünyayı öyle yakından tanıdık ki artık ona tamamen yabancıyız.
Yaşadığımız çağın insanları olarak bunca zaman ve bunca çaba, bunca bilgi ve
akan bunca kandan sonra olabildiğimiz tek şey tarihin artığı olmak. Hep
birlikte göt olduk. Eğer bir yerlerde yaşayan kutsal bir babamız hala varsa,
yarattığı bu hiçlikten hiç hoşlanmıyor olmalı. En azından babamızı kızdırmayı
başarmış olmalıyız; buna içilir işte.”
Şiir
yaşamı boyunca hayatı sanki bir başka şeymiş gibi; dudaklara yapamayacağı
görevler vererek, aynalara olmayacak derinlikler, sessiz sedasız gelip
oturduğum bu koltuğa aslında pek olmayacak anlamlar yükleyerek, yüzlere
olmayacak insanlar seçerek, camın duruşunu ormana, gülün duruşunu gönüllü bir
sessizliğe yorarak, buzdolaplarını ve atlıkarıncaları insanlaştırarak,
güvercinin kanadını kırıp ondan yeni bir kelime yaratarak, hiçbir zaman temiz
ve yüce olmamış birtakım hastalıklı duyguları idealleştirerek, bozdu,
parçaladı, değiştirdi. “Benzerlik,
sıraları geldiğinde başka benzerlikler sağlayan komşulukları dayattı. Yer ve
benzerlik birbirine dolandı: kabuklu hayvanların sırtında yosun, geyiklerin
omuzlarında bitki, insanların yüzünde ot gibi şeylerin bittiği görüldü ve garip
bitki biçimli hayvan, onu bitkiye olduğu kadar hayvana da benzer kılan
özellikleri birbirlerine karıştırarak, çakıştırdı.” Her çakışında
yalnızca oldukça kişisel bir etki yaratan anlaşılabilir ya da sonuna kadar
kapalı imgeyi, bir şeyi başka bir şeye benzetmeyi, bir şeyi kendi içinden
çıkarıp kendisiyle çarparak başka bir şeye dönüştürmeyi ve bunlar gibi
olanakları sonuna kadar kullanarak, canavardan bir kahraman, kahraman olmayandan
kahraman bir canavar yarattı: “çünkü
dünya şeylerin evrensel yakınlığıdır.” Şimdi, her yerde
söylendiği gibi, bu sıradan kahraman ve canavar, yaşamının son hırıltılarını
çıkarıyor, zehirli soluğuyla son parlak zihinleri bulandırıyor olabilir. Sur
borusu hiç kuşkusuz ki ilk önce tanrısal esin için çalacaktır. Ama bu ölüm ilk
defa olarak kendisiyle değil, şiirin içinde var kalmaya çalıştığı dünyayla
ilgilidir. Çünkü dünya bitmektedir. Bu yüzden şiir de bitmektedir.
-Belki şiir de doğal kaynaklar
gibi sınırlıdır. Petrol gibi, sevgi gibi, müzik gibi sınırlı… Deccal ’in de
dediği gibi, estetiğin doğal sınırlarına ulaşmış ve epistemede meydana gelecek
yeni bir kırılmaya kadar elimizde kalanla idare etmek zorunda olabiliriz.-
Sanki dünya şiirden, kendisiyle
bu kadar oynadığı ve onu kasıtlı çıkarlarla yanlış anlattığı için intikam
alıyor. Ya da şeylerin evrensel yakınlığı dünya/şiir ilişkisinden bile
habersiz. Nesneler, eşyalar neyseler o oldukları uzamda duruyorlar. Telefon telefon olarak, ayna ayna olarak…
Bunu biliyor olmanın bile oyunu bozması yetmiyormuş gibi, ilişkilerin, aşkın,
büyük düşüncelerin, büyük hayallerin formüllere, reçetelere indirgenip içinin
dışına çıkarılmasıyla birlikte, yaşantılarımız da eski doğallığını yitireli çok
oluyor. Artık bir aşkı yaşamaktayken onun ne olduğunu bilerek yaşıyoruz. Artık
duygulanmıyor, duygularımızın taklidini yapıyoruz. Kendi kendisini oynayan, ve
sonunda yine kendisinin parodisine dönüşen zavallı, çaresiz oyuncular gibiyiz.
Ne zaman bitirmesi gerektiğini bilememiş acınası şovmenler gibi. Neyse ki ilk
önce içimizdeki şövalyeye saldırmamız gerektiği hem kadın, hem de erkek
tarafından öğretiliyor. Büyümek yavaş ve sinsi bir canavarın dönüşmesi gibi,
bir uzlaşmaya dönüşüp kendi içine kapanıyor. Öğrenmek görünürdeki büyüyü
sonsuza dek ortadan kaldırıyor. Son zamanlarda eski kahramanlara hiç benzemeyen
kahramanların cirit attığı filmlerin bu kadar çoğalmasının, adeta anaakım
sinemanın buna dönüşmesinin sebebi de bu: daha önce hiç olmadığı kadar
yoğunlaşmış bir kendilik bilinci, bir kötülük ve yavşaklık bilinci. Son
peygamberlerden birinin de dediği gibi, kapitalizm, dinsel inancın ateşli ve kutsal coşkusunu,
şövalyelik ruhunu, duygusallığı, bencil hesabın buzlu sularında boğdu. Kötü olduğumuz bilinci, kötü şeyler yaptığımız bilinci hiç olmadığı kadar
içimizde. Bu önemli sorundan bir tür pseudo-görmemezlikle, ironik kayıtsızı
oynayarak kaçmaya çalışmamız elbette yadsınamayacak çözümlerden biri. Çünkü
hiçbirimiz hiç kimseye çözümler üreteceği konusunda söz vermedi. Yaşamlarımız
yapacaklarımızın teminatını içeren bir sözleşmeyle başlamadı. Ki insanoğlu
artık verdiği sözleri tutmanın da o kadar önemli olmadığını biliyor.
Sözleşmelerin, barış antlaşmalarının, evlilik akitlerinin yalnızca simgesel kâğıt
parçaları olduğu çok açık. Çokluğun içinde aptallaşmış hafızamız tüm bunlardan
unutarak kurtulabiliyor. Tekrar hatırlayana ve yeniden unutana kadar…
İşte çok saçma ama, şiir belki de
bu anda araya girmek istiyor. Dünyayı değiştirmeden, onu bozmadan, kaba
gerçeğin tam ortasında durduğu halde, kakofoninin ve müptezel bir kalabalığın
içinde, kaybettiği gerçeklik duygusunu yeniden kazanmak istiyor. Elimizde kalan
son şeyi, gerçekliği kaybetmemizi istemiyor. Çünkü dünyanın gerçek anlamıyla
şizofreniye yenilmesi, şizofreninin dilini kullanan şiiri tehdit ediyor. Son
zamanlarda, her şeyle dolu şiirlerin içinde, şimşek çakması gibi kısa süren,
gerçekliği ham haliyle, yorumlamadan, sanatlaştırmadan sunan dizeler, cümleler
beliriyor. Elden kayıp gitmiş gerçeklik yeniden tasnif yoluyla düzenleniyor,
klasik algının sınırlarına çekiliyor. Şiir listeler kullanıyor, günlük jest ve
mimiklerimizi onlara anlamlar yüklemeden anlatmaya çalışıyor, eskiden
yücelikleri anlatmak için kullanılan organlar kendileri olarak, içimizdeki
görevleriyle sıralanıyor, yeniden hatırlanıyor, bütün söz vermelerin tarihçesi
bütün söz tutmamaların tarihçesi oluyor, sonsuz uzun parmaklara sürülen ojeler
“parmakların vardır, oje sürülür”e, sessizliğin içinde patlayarak çalan
telefonlar, cepte kalıp yanlışlıkla babayı arayan telefonlara, sidikli
kontesler uzak ve ideal varlıklar olmaktan çıkıp, iğrenç, pis kokan mahlûklara
dönüşüyor. Şiirin dünyayı fetişleştirmesine sırt çevriliyor. Şimdiye kadar
şiire bir şekilde egemen olmayı başarabilmiş animizm, pagan dünyanın tarihi
kalıntıları, sessiz sedasız süpürülüyor. Gerçeküstücülüğün kültürden,
gelenekten kaçışta bir yol olamayacağı, onun yalnızca hayalet karşısında
görmüyorum ki diyerek gözlerini kapayan bir çocuk olduğu anlaşılıyor. “anneler
vardır, babalar genelde önce ölürler, ayakkaplar giyilir” tam da
neyse onu anlattığı için canavarı canavarla çarpıştırıyor. “yeni bir şey yok. film acıklı. korkuyorum
aynur.”un aynur’u, büyük harfle konuşmanın anlamsızlaştığı bir
dünyada, sanki bir telgrafın soğukluğuyla yazılmış ama tam da bu nedenle
öldürücü derecede kederli olması gereken mesajı alıyor ve kalkıp ketılın
düğmesine basmaya gidiyor. Aynı anda acı ve otuz bir çeken insanlar olduğumuzu
artık unutmuyoruz, unutamıyoruz. Sanki bütün o aşk şiirlerinin verdiği aynı
kadına yazılmış hissi, ideal kadını ve zorunlu olarak ideal erkeği de alayla
hatırlanmak üzere rafa kaldırıyor. Şiir de hayatlaştırıldıkça, bu sayede, ilk
defa hayatı anlatabilmeye bu kadar yaklaşabiliyor. Gelecek yüzyıllar
uyuşturucunun, sanal kimliklerin yüzyılı olabileceği gibi, kaba gerçekliğin
yüzyılı da olabilir. Belki de şiir bir kehaneti duyabilen kulaklara
fısıldamaya, yaşamı boyunca onu ayağa kaldırıp yüceltmeye çalıştığı yaşama, son
tekmesini vurmaya çalışıyor.
Ki bir açıdan düşündüğümüzde bu
oldukça meşru bir şiddet sayılır. Gerçek anlamıyla devrimci bir şiddet. Çünkü
her devrim ilk önce sahnelenen oyuna saldırır ve yerine doğru olduğunu
savunduğu düşünceyi, gerçekliği koyar.
Şiirin hem kendini vadeden
dünya’ya tutunması, aynı anda da onu yerden yere vurması gerekiyor. Başka
türlüsü güç.
NATAMA5
NATAMA5
Yorumlar