Yemin Etmiyorum Ama En Az Kırk Bin Yıldır Savaşıyoruz
Doğa Ana’nın avukatlarından biri şöyle diyor: “Ölümden kaçınmak için çaba harcamak gerekir. Vücut kendi haline bırakıldığında -ki, canlı öldüğünde olan budur- çevresiyle bir denge hali oluşturmaya eğilimlidir. Canlı bir vücuttaki sıcaklık, asitlilik, su içeriği ya da elektriksel gerilim benzeri bir niceliği ölçerseniz, bekleneceği biçimde, bu niceliğin çevrede kendisine karşılık gelen ölçümden çok farklı olduğunu bulursunuz. Örneğin, bizim vücutlarımız genellikle çevreden daha sıcaktır ve soğuk iklimlerde bu sıcaklık farkını korumak oldukça zordur. Öldüğümüzde bu çaba durur, sıcaklık farkı azalmaya başlar ve sonunda çevreyle aynı sı¬caklığa geliriz.
Daha genel bir biçimde söylersek, canlılar, eninde sonunda kendilerini çevreleyen dünya ile kaynaşır ve özerk varlıklar olma durumundan çıkarlar.”*
Hayatta kalabilmek için, hücre ya da organizma boyutunda, bilinçli ya da bilinçsiz, savaşmak mecburiyetindeyiz. Sakin bir biçimde çayınızı yudumlarken bile bağışıklık sistemimiz düşman olarak gördüğü bazı minik canlı türleriyle savaşır, hatta zaman zaman kendi bedenimizi dahi düşman olarak algılayarak, bize saldırır. Ki buna tıp dilinde otoimmün hastalık denir. Bu savaşı aynı sınırlar içinde uzun süredir komşu olarak yaşayan insanların bir anda birbirlerini düşman olarak algılayarak kesmeye başladığı bir içsavaşa da benzetebiliriz. Edebiyatın şeytanlarından birinin de dediği gibi; "... Bir kibrit kutusunda yaşıyor ve alevlerin birden parlamasını bekliyor gibi görünüyorlardı. Toplumsal karışıklığın çelişkisi ve laneti de buydu zaten: olaylar patlak verdiğinde sizi öldürmeye arkadaşlarınız ve komşularınız geliyordu; birkaç gün önce öksüren motosikletinizi çalıştırmanıza yardım eden, kızınız saygın, iyi eğitimli bir adamla evlendiğinde dağıttınız şekerlemeleri kabul eden insanlar. Tütün dükkânınıza on yıldır komşu olan ayakkabıcının müdürü; ilk tekmeyi bu adam patlatıyor, eli meşeli adamları kapınıza getirip havayı tatlı Virginia Tütünü’nün dumanlarıyla dolduruyordu." **
Eğer öyle bir an belirlenebilirse, var olmaya başladığımız andan bu yana savaşıyoruz. Savaşmanın kötü olduğu düşüncesinin genel anlamda doğru olduğunu savunsak bile, istisnai birtakım durumların, savaşmayı haklı çıkardığını da biliyor ve savaş karşıtlığının geçmişinin şunun şurasında iki yüz yıllık olduğunu biliyoruz. Homo Neandertalisis insanlarını çiğ ya da pişirerek yediğimiz, soylarını tükettiğimiz, doğadaki canavar hayvan türleriyle boğuştuğumuz, bir ovanın düz oluşunda birbirimizi çığlıklar, naralar atarak katlettiğimiz zamanlardan bu güne savaşıyoruz.
Ama şimdilerde, Ortadoğu’nun, Afrika’nın, Asya’nın, dünyanın savaşmakta olan herhangi bir coğrafyasının dışında, bu savaşma dürtümüzü tam olarak karşılayamıyoruz. Bu bir tür şişkinliğe yol açıyor, trafik ve patronla yapmakta olduğumuz sefil savaş da bu şişkinliği körüklüyor olmalı. Taraftarlık yaptığımız spor türleri, rugbyden basketbola ve futbola kadar, aslında bir savaşın simülasyonu: birbirimizi kesemiyor muyuz? O halde oyun oynarız. Ve bu oyunu öylesine ciddiye alırız ki, kendimizi bir ordunun iman etmiş neferleri gibi görebiliriz. Kendimiz arenaya inemeyiz. Ama bizim yerimize savaşacak insanları izleyerek de bu ihtiyacımızı karşılayabiliriz.
Uefa Kupası ve Devrim
Uzun süre önce bir cümle kurmuştum. Aradan o kadar uzun süre geçtiği halde ender kalan doğrularımdan biri olarak, hayatımın en mutlu anı, Popescu isimli, işi top oynayarak para kazanmak olan bir adamın, penaltı olarak bilinen bir vuruşu gole çevirdiği andı. Savaş iki buçuk saatten uzun sürmüştü. On kişi kalmıştık ve askerlerimizden birinin omzu çıkmıştı ama savaşmaya devam ediyordu. Anlayacağınız, simülasyon gerçeğine çok yaklaşmıştı. Maçın sonunda çok sık konuşamadığım babamla konuşmuş, birbirimizden uzakta bir yerlerde, telefonda ağlamıştık.
Elbette bu mutluluk anı öyle bir anda ortaya çıkmış bir an değildi. Ardında 15 yıllık bir Avrupa serüveni vardı. 5 yaşımdan 20 yaşıma kadar Avrupa’daki bütün maçlarını takip ettiğim ve ülkesinin, futbolun beşiği Avrupa’daki en başarılı takımı olan bir takım, sonunda o anlamsız kupayı almıştı. Ben de bir devrime katılmış ve kazanan tarafta olan bir topluluğun bireyinin hissedeceği haklı duygulara benzer duygularla sevinmiştim. Gurur duymuştum. Eve dönerken ilk defa mağrur olmanın ne demek olduğunu biliyordum. Kitaplarda okuduğum bu kelimenin ne anlama geldiğini yaşayarak anlamıştım. Aynı duyguları daha sonra arkamda sıkı bir kalabalıkla bir Toma’nın önünde büyük, metal bir inşaat perdesini tutarken de hissedecektim. Çünkü Toma’yı durdurmuştuk. Geçici de olsa kazanmıştık. Geçici de olsa, yıllardır hepimizi ezip geçen bir gücü bir süreliğine afallatmıştık.
Şimdi biliyorum ki, o takım kazandığında hissettiğim duyguların üzerine ancak bir devrim gerçekleştiğinde çıkabileceğim: tek büyük hayalim, içinde uyuduğum bir barikata güneş doğarken, kazandığımızı duymak. Matematiksel olarak hala şansımız var. Averajımız kötü ama 2013 sezonunda iyi transferler yaptık.
“Şampiyon Yap Bizi…”
Zamanında bir taraftar grubunun attığı bir tezahürat vardı. Teknik adama, takımı şampiyon yapabilirse eğer, anal seks vaadinde bulunan bir tezahürat. Tribün kültürü olanlar ya da benim gibi malzeme peşinde koşanlar bilir, "Şampiyon yap bizi, götümüzden sik bizi."
Bir sürü delikanlının, kendini bu delikanlılık, erkeklik rolleri üzerinden tanımlayan bir sürü hayvanın kesif bir testosteron kokusu eşliğinde, hep bir ağızdan ve coşkuyla, tanımadıkları bir adama anal seks teklif ettiğini düşünün. İşte bu, futbolun gücüdür; futbolun hassasiyetler noktasında bile ne kadar etkili, ne kadar ezip geçici olduğunun kanıtıdır. Düşünmeye devam edin, çoluğa çocuğa karışmış, mahallenin ağır abisi olduğunu sanan, erkekliğine saldıracak, namusuna halel getirecek, kendisine homo imalarında bulunulduğunda delirip götünüzü kesebilecek bir adam, tribün histerisiyle kendinden geçip, aynı kendisine benzeyen bir sürü salyalıyla birlikte, belki kırk bin ilkel olarak bağırıyor. O sırada ağzında çıkan kelimelerin hiçbir anlamı yok elbette. Ne dediğini duymuyor bile. O artık bütün toplumsal cinsiyet rollerinden sıyrılmış bir taraftar.
Akşam evine dönerken unutulmuş bir şeyin tedirginliği ya da belki söylemiş olmanın rahatlığı var üzerinde ama ne olduğunu o da bilmiyor. Bu, futbolun gücüdür.
Aidiyet
Bilmem taraftarlığın bir aidiyet sorunu olduğuyla ilgili yeni bir şey söylenebilir mi? Güneşin altında söylenecek yeni bir şey olmadığında daha önce söylenenleri tekrar etmekten başka da bir şey gelmiyor elden; tek başına, bir birey olarak hayata katılmaya çalıştığında görünmez olan kişi, taraftarlıkla, bir kalabalığın içinde, ilkel akrabalık bağlarıyla başkalarına bağlanıp, bir tür görünür olma yolu buluyor. Bunu kalabalığın içinde, kalabalığı oluşturan diğer bireylerden hiçbir farkı kalmadan yapıyor olmasına rağmen, ironik bir biçimde bir varlık kazanıyor. Varlığının hemen ardında saklanan, çoğunlukla farkına bile varmadığı o karanlık boşluk, bir takımın formasının renkleriyle renkleniyor, somutlaşıyor. Toplumun bütün kesimlerinden insan, ister cehaletle, ister bilgiyle dolu olsun, eşitleniyor. Dillerinden dua gibi dökülen marşlar, tezahüratlar ve küfürlerle bir ortaklık kuruyor. Bunu yaparken yalnızca kendini bir grubun içine hapsetmiş olmuyor, hatta bundan farklı olarak, diğerlerini dışarıda bırakarak bir aidiyet kuruyor.
Futbol Dindir
Analojiyi kurmak oldukça kolay. Futbol takımlarının kendileriyle özdeşleşmiş ve zaman içinde kazandıkları maçlar, kırdıkları desibel rekorları ile efsaneleşmiş, cehennem olarak adlandırmaktan üzüntü duymadıkları statları kutsal mekânlar, mabetler olarak okuyabiliriz. Bu statları bir kez bile ziyaret ettiğinizde artık bir hacı olarak anılabilirsiniz. Eğer isterseniz cebinizde içeriye soktuğunuz taş ya da çakmak ve telefon gibi araç gereçleri şeytan taşlamak için kullanabilirsiniz.
Artık sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, marşlar ve tezahüratlar dualar, ayinin bir parçası, kutsal sözler olarak değer kazanıyor. Takımla özdeşleşip efsaneleşmiş, hem profesyonel bir futbolcu, hem de aynı takımın taraftarı olarak değer kazanmış futbolcular da azizler, yobazlar ve din kahramanları. Hakemler Yargı Melekleri, belki de Allah. Formalar her dinde, hatta her tarikatta farklılık gösteren kıyafetlere karşılık geliyor. İki takım taraftarı arasında çıkan kavgalar, kopan kıyametler ise din savaşlarına benzetilebilir. Tabii bu arada ölecek olanlar da bir süre hatırlanacak ve sonra yavaş yavaş unutulacak din şehitleri.
Sonuç
Peki, her şey gerçekten bu kadar kötü mü? Çarşı’dan ve Gezi’den sonra bunun böyle olmadığını biliyoruz. Peki, Adorno yanılıyor muydu? Yanlış hayat doğru yaşanmaz mıydı? Cümleyi popüler kullanımıyla, yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde elbette yaşanmazdı. Ama tüm çelişkileri kucaklayarak aşmak zorundaysak eğer, evren de bir kaza sonucu oluşmuştur. Futbol gibi, insanları manyaklaştıran bir kurum bile, doğru insanların ve onların en azından bir süre için doğru olacak fikirlerinin bir araya gelmesiyle, ortaya korkunç bir güzellik çıkarabilir. Duvarlara yazılan “Çare Drogba” yazıları insanları birleştirebilir. Bir taraftar grubu ve onun amigolarından biri bir isyanın simgelerinden biri haline gelebilir. Yeryüzünün sanatçıları(!), enetelektüelleri(!!), aydınları(!!!) ve yarı aydınlanmışları olarak dün “tu kaka” diyerek burun çevirdiklerimize bugün tutunabilir, “ama futbol da iyi be” diyebiliriz. Elbette oryantalist tavrımızı elimizden bir an bile bırakmadan. Özellikle Türkiye’de ikamet eden insanlar olarak bunun yapmamız çok kolay. Çünkü Kemal Sunal’dan, Arabesk’ten ve Çiğ Köfte’yle Lahmacun’dan idmanlıyız. Bu idmanlı kelimesi, gerçekten tesadüftü. Bunun için özür dileyebilirim.
Futbolla insanları uzun süre uyuşturdular. Ama yaptıkları başka bir şey daha vardı. Onları örgütlemek. Bir sürü deneyimden sonra artık biliyoruz ki örgütlü insanların karşısında kimse, hiçbir güç duramaz. Çünkü devrim, kalabalıklarla yapılan bir şeydir. Yeterince büyük bir kalabalıkla, yalnızca üretimi bile bırakarak pasif bir devrim yapabilirsiniz. Belki de savaştığımız zaman değil, telefonlarımızın alarmlarını kurmaktan ve sabah uyanmaktan vazgeçip, yataklarımıza biraz daha gömülüp uyumaya devam ettiğimiz zaman devrim yapmış olacağız.
Sonuç olarak, elbette kaybedeceğiz, muhakkak kaybedeceğiz. Öleceğimize ne kadar eminsem, kaybedeceğimize de o kadar eminim. En azından kazanmaya inanmıyorum. Zenginler de, fakirler de kaybedecek. Bu yüzden, uzun vadede futbol üzerinden kazanan para babaları da kaybedecekler. Ama en azından biz, birazcık daha şerefli kaybedeceğiz.
* Gen Bencildir, Richard Dawkins, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1998, Çev. Feryal Halatçı, syf.14
** Öfke, Salman Rushdie, Can Yayınları, 2001, Çev. Begüm Kovulmaz, syf. 316
natama 6