Ana içeriğe atla

türkiye'nin ruhsuzluğu




Kader ve keder kelimeleri birbirlerinden yalnızca iki harfle ayrılıyor. Keder kader gibi odanın orta yerinde, sessizce duruyor. Bu düşünceden bir adım geriye gidemiyorum; asla uzaklaşamayan, ama asla da yakınlaşamayan dairesel bir hareketle, merkezin etrafında dönüp duruyorum; Sisifos’la Odisseus’un eşsiz birleşimi.

Yaşadığım ülke yalnızca yaşananlardan, yalnızca tutumlardan dolayı kederlenmemi değil, aynı zamanda bundan utanmamı da zorunlu hale getiriyor. Bir tür hiçe sayılmış insanlar ülkesi. Zaman zaman kendi ruhumda, yaşadığım ülkenin tüm çelişkilerini barındırdığımı fark ediyorum. Düşünce yapısı, ahlak anlayışı, dünyayı algılayışla gündeliklik içindeki davranışlar birbirini tutmuyor. İlkel duyguların saçma olduğunu, çoktan değişilmiş olunması gerektiğini, insanın bu tür duygulara karşı geliştirebileceği karşıdavranışların kişisel gelişim düzeyinde bir fark oluşturacağını düşünüyorum: Sonra adamlar, özellikle adamlar diyorum çünkü adamlar, kafa kesiyorlar. Öte yandan başka bir adam, ki bunun cinsiyetçi bir kelime olduğunu düşünüyor, sevgilisinin telefonunu karıştırdığı için ahlaksız olduğunu düşünüyor: Sahi, cinsiyetlerimizi ne zaman sadece yatakta kullanmaya başlayacağız?

Düşünüyorum. Bu konuda herhangi bir sıkıntı yok. Akademide düşünmeyi değil, daha önce koca koca adamlar neler düşünmüş onu anlattıkları ve öğrettikleri için, yeterince zeki değilseniz, ki değilsiniz, doğal olarak düşünmeyi değil, tekrar etmeyi alışkanlık haline getiriyorsunuz. Aslında oldukça da ekonomik bir yöntem; dünyada yeterince düşünce zaten var. Bir de sizin saçmalamalarınızla uğraşmayalım derken, çocukları devlet tarafından öldürülmüş bir ailenin ekranlardaki vakur ve itidalli duruşlarına methiyeler düzdüğünüzü hatırlıyorum. Bunun çaresizlikten kaynaklandığı aklınıza bile gelmedi; sağlıklı değil, zorunlu bir tavır olduğunu düşünmediniz. Sebebi çok basit; çünkü düşünmüyorsunuz, hazır düşünce kalıpları, ya da o sırada genel geçer hale gelmiş düşüncelerle oyalanıyorsunuz. Oysa çocukları devlet tarafından öldürülen her sağlıklı insan ilk önce silahlanır.

Yine de asla pes etmiyorum, kaderim, karakterimde gerçekleşen kadere karşı koymak olmalı. Yalnız ve güzel ülkemden bu noktada ayrılmak zorundayım: Türkiye, ki artık bir küfür gibi tınlıyor dudaklarımda, tutarsızlığını bile kabul etmeyen, ikiyüzlülüğünü içselleştirdiği için artık bunun farkını bile anlamayan insanların ülkesi: Yalnız ve ayı...

Zaman zaman “bir ülke, üzerinde yaşayan ve daha önce üzerinde yaşayıp gitmiş insanların toplamından başka nedir ki” gibi sorular soruyorum. Sonra bir ülkenin bundan çok daha fazla, çok daha belirsiz bir metafizikle var olduğunu düşünüyorum. “Bir ülke” diyorum bazen, “insanlar öldüğünde mezar taşlarının yerini belli eder. Bir ülke kişiye bir isim verir. Bir ülke kişiye bir numara verir ve sayısal olarak yeryüzünde karşılık bulmasını sağlar. Bir ülke kişiye, eğer aptalsa, bir milliyet bile armağan edebilir. Sonuç olarak ülkeler, yalnızca büyük mezarlıklar; katledilerek öldürülmüş, failleri asla bulunamamış, hatta çoğunlukla cesetleri bile bulunamamış insanları hatırlayıp, yine başladığım yere, kederli hiçlik duygusuna geri dönüyorum: Nihilizm acıyı ve güzelliği yok etmiyor ve o büyük soru karşısında saygı, acıma, utanç ve kederle, bunun kaderim olduğunu bilerek eğiliyorum: "Bir beyaz Toros’a 17.000 ölüyü nasıl sığdırabilirsiniz?”*

Tüm bunların yanında, kader kelimesinin içerdiği arabesk anlamı, kelimenin daha çok sosyoekonomik ve kültürel düzeyi düşük altsınıflar tarafından kullanılıyor olmasını, üst-orta sınıf tarafından yapmacık bir tavırla küçümseniyor oluşunu ve haklı olarak üst sınıflar tarafından hepten yok sayılmasını; Türkiye’de, Türkçe felsefeyle uğraşan hiç kimsenin bu kelimeyi yeteri kadar yapıbozuma uğratmıyor oluşunu tuhaf buluyorum. Ortada böylesine güçlü, böylesine estetik bir kelime durur ve varoluşumuzun ardındaki kederli zorunluluğu böylesine güzel açık ederken; Ferdi Tayfur, Aksaray Dolmuşları, Eski Türk Filmleri, Proust’un zaman algısı ve Rafet el Romanın bir Heidegger okumasına tabi tutulmasını istiyorum; sonra kendimin de bunu yapamadığımı fark edip, yalnızca arabesk dinlediğimi belirtmekle yetiniyor ve genel olarak çok fazla şey istediğimi düşünüyorum: Neden şiir okumuyoruz? Dahası neden şiir sevmiyoruz? Soruları cevaplarken, boktan şiirler yazdıktan sonra kelimelerin içinden özenle seçtikleri harfleri atarak, şiiri deneysellik ambalajı ile piyasaya, Batur'un deyişiyle Borsa'ya sunan şairleri dikkate almıyorum. Elbette.

Yaşadığım toprakların kendine ait bir varoluş felsefesi olmamasının herkesin benliğinde tek tek bir tür ruhsuzluk, ruhsuzluk değilse bile bir tür kabalık yarattığı ortada. Varoluşçu anlamda toplumsal karakterimiz, yaşarken kendi kendine gerçekleşti. Ama asla yazı ve düşünüş yoluyla oluşturulmadı. İncelikten yoksunluğu, estetik bir temel üzerinde inşa edilmemiş, bizzat hayatın kendi darbeleriyle oluşmuş olmasından kaynaklanıyor. Rüzgârın, suyun, günün ve gecenin, soğuk ve sıcağın şekil verdiği kayalar gibiyiz: "Köylüleri niçin öldürmeliyiz?”

Cevap çoktan verildi; çünkü onlar aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgârı ve güneşi bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden düşünemezler... Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek topraklarını büyütmeye çalışırlar:** Yarım kalmış Anadolu Aydınlanması'nın kıyısında oturdum ve ağladım. Sonra “ama zaten orada yoklar” diyorum, hepsinin birden Dasein’ine göndermede bulunarak.  Türkiyelilerin şiir okumamasına, şiir sevmemesine, şiirle dalga geçmesine seviniyorum.

Bir isim takmam gerekirse şöyle diyorum: Varoluşunun ardındaki boşluğu hiç sezmemiş insan mutluluğu. Sevgilim dalga geçerek soruyor: - Hiç mi sezmemiş? - Hiç sezmemiş, diyorum, ciddiyetimi bozmadan ve istihzayı fark etmemiş gibi yaparak. Onlarla baş edebilmemim tek yolu bu. Ama her şey için çok geç. "Bu saatten sonra, karanlıkta gelen düşünceden dünyaya hayır gelmez” diyerek, ayaklarıma dolanan pikeyi yatağın diğer tarafına doğru atıyor ve uyumaya çalışıyorum; sıcak tuhaf bir canlı gibi çevremi sarıyor. Sıcakların en güzel yanı sarılmak zorunda olmamanız. Uzun vadede hepimiz ölü ve içten içe her an çürüyor olduğumuz için, potansiyel bir ölüye sarılmak istemiyorum. Mümkünse artık kimseye sarılmak istemiyorum. Uzun süredir yaşamın temsiline dönüşmüş bir yaşam haline gelmiş bu yaşamın artık bir son bulması gerektiğini düşünüyorum: Düşüncelerim ağır ağır gelen uykunun etkisiyle dağılmaya, seyrelmeye başlıyor: Sıcak rüzgârda sallanan pencerenin, perdenin belli belirsiz hışırtısının, uzak bir sokaktan evine doğru dönen faytonu çeken on bin yıllık atın ve artık bu saatte çoktan azalmış arabaların sesleriyle çocukluğumdan, gündeliğin içinden, birbirine karışmış bir sürü anlamlı ve anlamsız görüntünün arasında, huzursuz bir uykuya dalıyorum.

Rüyamda daha önceden hatırlamadığım, varlığıma karşı düşmanca bir tavır takınmış tenha bir sokakta yürüyorum. Burası Türkiye olmalı. Hava açık ve martılar sessiz ve bembeyaz uçuyorlar; sessizlikleri rüyanın dünyasını sakinleştiriyor. Nereyi aradığımı, neyi aradığımı bilmeden yürüyorum. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim yürüyüşümün sonunda içerden belli belirsiz şıngırtıların geldiği kapısı yarı açık, tabelasız, vitrininde bir sürü maskenin ve şapkanın olduğu bir dükkândan içeri giriyorum. İçeride az önce birinin olduğunu, arka tarafta, dükkânı ikiye bölmek için asılmış, metal ve aynalardan yapılmış bir perdenin hâlâ sallanıyor olmasından anlıyorum. Ya da yanılıyorum; yalnızca rüzgâr. Perde sallandıkça vitrinden mağazaya giren ve önce perdenin üzerine düşen ışıklar oradan tekrar dükkânın içine, dükkânın içindeki şapka ve maskelerin üzerine düşüyor; maskelerin üzerine düşen ışık onların da üzerine işlenmiş metal ve ayna süslerden, yine dükkânın içine, perdeye ve oradan da yine dükkânın içine yansıyor. Işıkların arasında onların oynaşmasını biraz korku, çokça da hayranlıkla izlerken üzeri darmadağınık bir tezgâhta neredeyse maskelerin altında kalmış bir zil görüyorum ve çekinerek zile basıyorum. Birkaç saniye sonra perdenin arkasından önce devasa büyüklükte görünen, yaklaştıkça benimle aynı boya küçülen bir adam çıkıyor. Yüzünde bir maskenin tuhaf izleri var: Bu tuhaf izlerin, maskenin kendisi mi yoksa maske çıkarıldıktan sonra kalan izler mi olduğunu anlamaya çalışırken adam derinden gelen kayıtsız bir sesle, artık normal boyutuna gelmiş olarak, nasıl bir maske istediğimi soruyor: Şapkalara bakıp, neden şapka isteyip istemediğimi sormadığını soruyorum; adam aynı kayıtsız sesle buraya giren hiç kimsenin şapka istemediğini, herkesin yalnızca maskelerle ilgilendiğini söylüyor. Etrafımdaki maskelere bakıp karar vermeye çalışırken adam “depoda tam da size göre bir maske var, efendim” diyerek perdenin arkasında kayboluyor, aradan birkaç saat ya da yalnızca bir saniye geçtikten sonra elinde bir maskeyle geri dönüyor ve tezgahın arkasına geçip maskeyi uzatırken maskenin tam da "ben"im için yaratılmış gibi durduğunu söylüyor - yıllardır herkese aynı numarayı yapan bıkkın bir tezgahtar edasıyla. Adamın uzattığı maskeyi aldığımda maskenin tıpatıp kendi yüzüm olduğunu görüp tezgâhtara bakıyorum ama adam artık bana değil, çok uzaklarda başka bir yere, sanki rüyanın dışına bakıyor. Sanırım rüyamdaki rolü bitti. Elimdeki maskeyi inceliyorum: Maskenin içi aynayla kaplı ve gördüğüm yüzü tanımıyorum. Baktığım suret, hatırladığım suret değil. Çocukluğumu, gençliğimi, korkularımı, vazgeçmediğim zamanları, kayıtsızlıklarımı, hiçliğimi benimle birlikte yaşayan yüz bu yüz değil. Maskenin dış yüzünü çevirip, bu kez her zaman tanıdığım kendi yüzümle karşılaştığımda artık yapacak hiçbir şeyimin olmadığını, çaresizce kendim olmaya çalışmanın anlamsızlığını görüyorum ve yeniden tezgâhtara bakıyorum: Gözlerinden bir anlığına alışkın bir zafer işareti geçtiğini düşünsem de, adamın rüyanın dışına bakmaya devam ettiğini anlıyorum; aynı anda dükkânın kapısı açılıyor ve içeriye sıcak bir rüzgâr doluyor, uyanıyorum.

Sokak alacakaranlıktan aydınlığa doğru geçiyor. Birkaç uzak köpek havlamasından başka hiç ses yok. Bir an tüm bu dünyayı kendim taşıyormuş gibi hissediyorum. Sanki olmasam tüm bu gerçeklik çökecek... Oysa daha kim olduğumu bile bilmiyorum. Yaşarken öyle çok etkiye öyle farklı tepkiler vermek zorunda kaldım ki ilk ve doğru tavrım neydi unuttum. Gerçek bir sınama anında, tamamıyla dehşet dolu bir anla karşı karşıya kaldığımda, örneğin bir insana işkence etmem gerektiğinde, ya da sonsuz bir işkenceyle ağzımdan bir sır almaya çalıştıklarında nasıl bir İnanç'la karşılaşacağımı bilmiyorum. Bir sigara yakıp pencereden ağır ağır aydınlanmakta olan dünyaya bakıp düşünüyorum: “Gerçekte kimim ben? Bir canavar mı, basit bir adam mı? Yalnızca çıkarlarının ve hazzın peşinde koşan, kendisine bir dünya kurmayı umursamayan, geleceğe dönük planlarla yaşamayan iradesiz bir adam mı, yoksa daha dünya tarafından hiç denenmemiş, gerektiği zaman bir kahramana ya da bir barbara rahatlıkla dönüşebilecek biri mi?”


Cevabın oldukça basit olduğunu kafamdaki o varlıkla yokluk arasındaki bölgede biliyorum aslında. Sorun, kendime karşı bile olsa, düşüncelerimin doğruluğunu onaylayacak bir referans noktasının eksikliğinde yatıyor. Var olan size sorun çıkardığında onu değiştirebilirsiniz ama ya sorun yokluğun kendisiyse? Ya elinizde değiştirebilecek hiçbir şey yoksa? İnsan sarsıntılı bir zeminde yaşamaya alışabilir elbette, ama yoklukla ne yapılabilir? Yaşadığım bu sistemin gerçekliğinde kocaman ya da küçücük bir hiç, bir boşluk olduğumu biliyorum. Yok olduğumda yerine bir başkasını koyabilecekleri biri de değilim; sistemin hiçleştirici etkisi öylesine korkunç bir boyutta ki, yerime bir başkasını koymalarına gerek bile yok.

Yine de insan, mademki doğada, niceliğin niteliğe sıçramasının, bir atılımın, evrenin kendini düşünebilmesini sağlayan bir parçasının doğuşunun temsili, o halde anlam var olmak zorunda. Burada, bu belirsiz gerçeklikte oturup burasının, bu gördüğüm dünyanın bana bir anlam yüklemesini, bir anlam armağan etmesini beklemektense, buraya bir anlam vermeliyim. İnsan, hiçleşmeye devam ettiği müddetçe, yalnızca doğasındaki yok oluşa karşı verilen amansız ve zorunlu savaş yüzünden bile karşı koyacak ve bir anlam vermek zorunda kalacaktır. Başkaldıran insan, haklıdır. Eylem kendindeşey olarak, objektif varlık eksikliğinden doğan nihilizme içkin ve gömülü olmak zorundaysa bile, asıl, bunun bir anlamı olmamalı. Bir yerin bir anlamı olduğunda oraya zaten anlam vermenize gerek kalmıyor. Anlam ancak anlamsızlıkla dolu bir uzamda anlam kazanabiliyor.

Sefalet içinde ölmüş o adamın da dediği gibi; "İnsanoğlunun yabancılaşması, onu çevreleyen nesnelerin ve koşulların bulanıklığı arttıkça, kendini ister bir kolektife, ister bireysel bir 'unio mystika' ya adamak tarzında olsun, duvarları yıkıp yeni bir bütünlüğe ulaşma tutkusu da o ölçüde güçlenir. Hayalete dönüşmüş bir toplumun 'gerçekliği' karşısında kuşkular içinde kalan bireyci insan, bunun arkasında daha derinlikli, daha gerçek bir başka gerçekliği, yaşamın artık tükenmiş normal durumun ötesindeki anlamını, bütünlüğünü ve zenginliğini arar."***


*Erişilemeyen bir blog’da sorulan bir soru.
**Şükrü Erbaş, Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

*** Ernst Fischer, "Robert Musil", Niteliksiz Adam içinde, s.63.


natama8

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa