Salı günü öğlen, çekim ekibiyle birlikte yola çıktık. Her yerde bombaların patladığı, sokak ortasında insanların vurulduğu ve hesabının asla sorulamadığı kötü günler yaşıyorduk. Yolculuğumuz da çatışmaların yoğun olduğu Güneydoğu’ya, Diyarbakır’a idi.
Birkaç yıl önce, Irak’a gidip gelen kamyoncuların para için aldıkları riskleri sorgularken, onlar kadar olmasa bile, bu riski şimdi benim de alıyor olmam kafamı kurcalıyordu. İçimde sürekli olarak tekrarlanan telkin ise “bana bir şey olmaz” temalıydı. Oysa olabileceğini biliyordum. Uzun süredir, bahsettiğim bölgede, kırsalda kazı çalışmaları yapan hocamızın terörle ilgili olarak “Ben
Şemdinli’de kazıdaydım; Kuşadası’nda dolmuşu havaya uçurdular, Avrupalılar öldü” sözleri de
kafamda dönüp duran bir başka cümleydi. Bu cümle terörü tamamen istatistiğe ve şansa
indirgiyordu. Yine de gerçek bir olay olduğu için güçlü bir ikna kabiliyetini de içinde taşımaktaydı.
Dört kişilik ekiple, Türkiye’yi Diyarbakır’a kadar, karayoluyla geçecektik. Yolda olmak iyi geliyordu. İzmir’den Manisa’ya, Manisa’dan Uşak’a ve Uşak’tan da Afyon’a geçerek yol aldık. İzmir’den çıktığımız anda sanki doğup büyüdüğüm ülkede değil de yabancı topraklarda olduğum, hatta hatta düşman topraklarda olduğum hissi, haber bültenleri ve sosyal medya kaynaklı bir histi ama asla yanlış değildi. Anadolu toprakları katil, tecavüzcü ve linççi yetiştirmede adeta bir dünya markası olduğu için, bu his öyle bir köşeye atılabilecek, paranoyakça olarak değerlendirilebilecek bir his değildi.
Afyon sınırına ulaşmak üzereyken, Konya’ya doğru, meyve bahçelerinin yoğun olduğu bir yoldan
geçmeye başladık. Muhteşem bir doğa önümüzde ve yanımızda boylu boyunca uzanıyordu. Her
şehirlinin hayali olan bahçeli evlerin ve kiraz, erik ve elma ağaçlarının arasından uzanan yol,
normal bir ülkede yaşıyor olsaydım bana geçici bir huzur verebilirdi. Bence solcu, öfkeli ve
tedirgindim. Yakın tarih de tedirgin olmam için yeterli doneyi fazlasıyla sağlıyordu.
Bu tür düşüncelerle oyalanırken, yirmi metre kadar önünden geçtiğimiz bahçeli bir evden, erkek
torununun elinden tutan bir dedenin bahçe kapısından çıktığını gördüm. Evin bahçesi de, arkası da meyve ağaçlarıyla doluydu. Güneş batmak üzereydi. Akşam bütün güzelliği ile çöküyordu. Masalsı bir taşra filmi için ideal bir dekordu. Benimse aklımdan yine karanlık düşünceler geçiyordu.
Seçim haritasından biliyordum; geçtiğimiz bölge iktidardaki gerici ve silahlı partiye oy veren
insanların yaşadığı bir bölgeydi. Milliyetçi, yani faşist parti ise ikinci sıradaydı. İkisinin aldığı oy
oranı toplamı %77,38’di. Bu da bana Dede’nin zihni hakkında birkaç ipucu veriyordu. Damat, gelin, hala, anneanne, amcalar ve dayılardan oluşan korkunç bir topluluk vardı aklımda ve Çocuk da bu topluluk arasında büyüyordu. İçinde yaşadıkları bu cömert topraklara tezat olarak hayata ölüm ihraç ediyorlardı. Belki de çocuk, çok değil bundan yirmi yıl sonra, bir linçin içinde yer alacak ve öldürücü son tekmeyi bizzat kendisi atacaktı. Belki de elinde bir benzin bidonu ile bir ateşi başlatmaya gidecekti. Belki de varoluşunun en belirgin olduğu an bu an olacaktı. Ancak içinde bulunduğu katil grupla anlam ve gerçeklik kazanabilen bir varoluş. Dede’nin elini tutarak, meyve bahçelerinin arasında, dallardan kiraz kopararak, yakınlardaki derede oynayarak büyüyecek, ama sonunda eğitim sistemi ve ailesi onu potansiyel bir katil haline getirecekti. Bir anlığına gözüme takılan bu görüntüdeki iki insan özelinde bu hikayenin doğru hiçbir yanı olmayabilirdi. Ama bu önyargılı düşüncelerin, küçücük, hatta boyutsuz bir noktada bile olsa haklı olabileceğini düşünmek midemi bulandırmaya yetiyordu. Buralarda bir yerlerde, kök salmış sürekli bir bitki gibi, bir kötülük durmadan yeşeriyordu.
İnsanlara göre çıktığımız bu yolculuk varacağımız ve iki hafta boyunca yaşayacağımız yer yüzünden bir deneyim sayılıyordu. İnsanların yaşamlarını geçirdikleri bir yere gitmenin bir deneyim olduğunu düşünmek ise benim için alçaklığımız kısa bir tezahürüydü.