Cesetler bulunmuştu. Otopsi için etler açılmış, bıçak kemiğe dayanmış, iç organlar incelenmiş, ne yazık ki ölümlerini aydınlatacak bir bulguya rastlanamamıştı. Yalnızca sıkıntıdan ölmüşlerdi.
**
Kenar mahalle düğünlerinde atılan, yerden birkaç metre yüksekte, fersiz, cılız ışıklarıyla patlayan ucuz havai fişeklerin sefaletine bakıp kederlenirim. Hayatı boyunca iki yakası bir araya gelmeyecek, bir sürü sorunla uğraşacak yoksul insanların bu özenti ama sefil eğlencesi içimi kaldırır. Otoyollar, sazlıklar, bataklıklar içimi anlamsızlıkla doldurur. Denize bakarak saatlerce oturmaktan hoşlanmam. Kısaca, sıkılacak, bunalacak şeyler bulmakta zorluk çekmem. Dilencilerden rahatsız olurum. Kendini öldüremeyen evsizleri anlamam. İnsanları sevmem. Çevremdeki aklı kıt, zekâsı noksan suçlulardan çok daha fazla şey bilirim. Onları da sevmemem için bir sürü sebebim ve alıntım vardır. Cesur biri sayılmam ama korkmam da.
Bir gün artık birilerinin yanında çalışamayacağımı anladığımda elimde yalnızca bu seçenek kaldı. Bir tür zorunluluk halini aldı. Şans eseri birilerini tanımıştım. Suçluların yakınında olmak, eğer isterseniz sizi de kolaylıkla gayrı meşru dünyaya itebilir. Sizi aralarına hemen alırlar. Bir bakıma suçlular dünyanın siyaset dışı yanı, faşist olamayacak tek yanı olabilirler. Kimseyi seçmezler. Irkınızın onlar için üç beş lira kadar bile değeri yoktur. Rezervasyon sormazlar. Kimliğinizi görmek istemezler. Bunu yaşadım. Bunu yaşıyorum. Kendinizi bir kere bıraktığınızda yıllar geçip gidiyor. Herkesin usta yalancılar olduğu bir dünyada, işleri yalan söylemek üzerine kurulu olanlar diğerlerinden daha dürüst sayılabilirler. Yalancılıklarında dürüsttürler.
Orospular, travestiler, hapçılar, katiller, torbacılar, cepçiler, komplocular, psikopatlar, oğlancılar, ağır abiler, sapıklar, ibneler, serseriler, muhasebeciler, avukatlar, sekreterler, garsonlar, tabu kadastro memurları, öğretmenler, savcılar, yargıçlar, hademeler, tezgâhtarlar, küçük esnaf, parti ilçe merkezleri, ülkü ocakları, genel kurullar, belediye şuraları, muhtarlıklar, il özel idaresi kalem müdürleri, müteahhitler, emlakçılar, simsarlar, kumarhane korumaları, kapıcılar, öğrenciler, karılar, kocalar… Şehir sürekli olarak çürür. Duvarların içinden geçen borular zeminin hemen altında kanalizasyon şebekesine bağlanır ve bizler de o devasa bok nehrinin üzerinde yaşarız. Dışkılarımızla salgılarımız, hastalıklarımızla alışkanlıklarımız birbirine karışır. İyi niyetler ve dualar kutsal babamız’ın semasına ulaşamadan, yerin hemen üstünde kirlenir. Birileri şehir daha çabuk çürüsün, insanlık daha çabuk kokuşsun diye açık açık ya da sinsice ama her zaman bilinçsizce uğraşır durur. Onların hepsini tanıdım. Sonunda da kendim olmaktan çıktım. Onlara dönüşerek hayatta kaldım. Rüzgârın önünde kapılıp gidemediğimde, dünyanın ruhu sayılabilecek rüzgâr durduğunda, ben de durmak zorunda kaldım. Yaşamın insansız yüceliğini iterek onu değiştirmeye çalışmak istemedim. Onun karşısında eğildiğim zamanlar oldu. Bundan utanmadım. Bu en büyük isyanım oldu.
Uyumayı sevmem. Bu zamanla bir hastalığa dönüşmüş olabilir, bilmiyorum. Uykusuzluğum yüzünden her zaman yorgun görünürüm. Dışardan bakıldığında 24 saat yaşan 100 yaşında bir sokak gibi görünmeyi isterdim. Ama değilim, daha çok eskimiş bir cinsel organa benziyorum. Sarkmış, yumuşak bir penis ya da kamyon çarpmış bir lahanaya benzeyen bir vajina gibi.
Kafam hep iyidir. Reçel sevmiyorum. Kadınları da, erkekleri de, seks yaptığım sırada bile sevmem. Konuşmaya başladıklarında içlerinin boş olduğunu anlarım ve boşluk becermekten hoşlanmam. Üzerlerine meme takılmış ve penis takılmış boşluklar iğrençtirler.
Sorunlarım bu kadarla kalsa iyi olabilirdi ama o zaman da anlatı için gerekli olan dramı yaratamayabilirdim. Etki azalırdı. Sorunlardan biri de, nereden, hangi andan ve nasıl başlayacağımı bilmememdir. Emin olmanızı istediğim tek bir şey var. Hiçbir satırında gerçeğin dışına çıkılmadı.
Kişinin anlatmaya başlamak için yalnızlığını seçmesi mantıklı olabilir. Yalnızlık eksi bir’i içerdiğinden ve yavaşça kalabalık olmaya doğru bir potansiyeli barındırdığından, soldan sıfıra doğru yaklaştığımı düşünebiliriz.
**
Yalnızdım. Öyle ki, dikkatle bakan biri, o an ölsem ve kişisel bilgisayarımı kurcalasa, bulabileceği tek şey, ne kadar yalnız olduğuma dair bir bilgi olurdu. Ama o bu bilgiyi benim algıladığım ve anladığım gibi çözümlemez; biseksüel, bağımlı, katil, hırsız ve sapık olduğumu düşünürdü. Aslında itimat edilen sınıflandırmalara göre biseksüel, bağımlı, katil, hırsız ve sapık olduğumu düşünmesi yanlış değil. Çünkü öyleyim. Yalnızca gözden kaçırdığı bir ayrıntı olduğunun üzerinde dikkatle durmak istiyorum: Dediğim gibi, yalnızca “çok yalnızdım.”
Yalnızlığımdan bahsederken acıdan bahsetmediğimi anlamalısınız. İnsanlar yalnızlığı acıyla bir tutma eğilimindeler. Benim için yalnızlık sadece ontolojik bir tek başınalıktır. Bunun gerçekliğin içinde nasıl durduğunu anlatabilirim: Etim hiçbir şeye dokunmuyor gibi. Sanki etrafımı saran hava bile milimetrik bir uzaklıkta kalıyor. Toplumsal ya da fiziksel bağlarım zayıf. Atomlarımın, dokunduğu şeylerin atomlarıyla arasında kalan o küçücük ama sonsuz mesafeyi hep hissediyorum. Tek duyumsadığım, dilimde zehir gibi bir tat, çenemi sıkmaktan ağrıyan başım ve yara içindeki ağzım.
Seyreliyordum. Paylaşmaktan vazgeçmiştim. İçmek bile tat vermemeye başlamıştı. İnsanlardan hoşlanmak yerine onların hayallerinden hoşlanıyordum. Karşıma geçmiş, ipe sapa gelmez mantıksız ve anlamsız şeylerden söz etmeye çalışan, saplantılı, kontrol delisi insanlar bana göre birer et yığınıydı. İçlerinde ruh yoktu ve asıl becermek istediğim yanları ruhlarıydı. Az önce de bahsettiğim boşluk. Yoksa seks oyuncaklarıyla da idare edebilirdim. Sanırım becermek istediğim şey benlikleriydi ama ortada benliğe dair ya çok az şey vardı ya da hiçbir şey yoktu. Kafalarının kıyak olduğu bir gün, benliklerini çıkartmışlar ve nereye koyduklarını unutmuşlardı. Belki de çok içtikleri için kusmuşlar, kusmuk seli içinde bir sürü duygu ve fikir akıp gitmiş ve onlar da bu duygulu kusmuk selinin üzerine sifonu çekmişti. Bu İğrençliğin Senfonisi olarak kayıt edilebilirdi.
Konuşmaları sırasında dikkatim dudaklarına odaklanıyordu ve boş beleş şeylerden bahseden o canlı kıpırtı, karşımda devinen, ağır aksak hareket eden bir deniz canlısını hatırlatıyordu. Ağızlarını ağır ağır salınan bir denizanasıyla değiştirmişlerdi. Sürekli konuşup hiçbir şey söylemeyen bir ağız sikilmekten başka ne işe yarardı? Sahibini beslerdi ama benim işime yaramazdı. Bu yüzden de yoldan geçerken gördüğüm, ya da apartmanda karşılaştığım insanları düşünmeyi tercih ediyordum. Kadınları tanımaya katlanamazdım. Memelerinin erotik tavrı, dokunmamın yasak olduğu o az doyurulmuş kalçaları, bacakları, onları becerirken alacaklarını düşündüğüm ifadeleriyle yüzleri, sıcakta terlemiş bacak araları, kasıkları, ihmal edilen ve istediğini alamayan etleri, konuşmayan, yalnızca yaşayan dudakları, geceleri karanlıkta tek başına kaldıklarında bir cinsel organa dönüşen parmakları, tahrik olmak için seçilen ama az uğranan, herkesin ilgi göstermediği yabancı topraklar gibiydi. Herkes, yalnızca, her zaman hayal kırıklığı yaratan gerçeği istiyordu. Bir eti kusursuz bir biçim ve hazla dişlemeyi düşünmek yerine, gerçekten dişleyip istedikleri gibi olmadığını anlamayı tercih ediyorlardı. Gerçeklik canavarıyla sarıldıklarının farkında bile değillerdi. Ben de onlarla birlikte hareket etmeye devam ediyordum. Duvar görsem, canını acıtmak istiyordum. Gözyaşı görsem, henüz sahibinin yanağından ayrılmadan üzerine basıp çiğnemek istiyordum. Bütün iyi niyetlerin dipsiz bir dışkı selinde boğulup gitmesini istiyordum.
**
Kişinin kendiyle ilgili takındığı ender dürüstlük anlarından biriydi belki de. Günlerdir kafamı kurcalayan soru da bununla ilgiliydi. Her şey birbiriyle ilgilidir zaten. O halde bunda şaşıracak bir şey yok. Düşünüyordum: hayatı boyunca dürüstlük anlarının büyüsüne ve kolaylığına hiç kapılmamış biri, gerçekten yaşamış mıdır? Evet. Varlığıyla aramızda durur. Gövdesini gezdirir. Ayakları ağrır. Elleri kaşınır. Yemek yemeden uyuduğu zamanlar olur. Balina avcılığıyla ilgili asla işine yaramayacak bilgililer edinir. Sonra bunların aslında başka anlamlara geldiğini fark eder. Evet. Buradadır. Kütlesiyle, hacmiyle, kapladığı yerle aramızda durur. Ama kimdir o? Kişiliği hakkında hiç açık vermeden yalan söylediyse, yaşayıp öldüğü zamanı zihnimizde canlandırdığımızda, o bedenin içini neyle doldururuz? Yanlış düşüncelerle mi? Sanrılarla mı? İyi oynanmış bir oyunun bayat cümleleriyle mi? Onun bize söylediği yalanlarla mı? Samanla mı? Havayla mı? Boşlukla mı? Yoktur aslında o kişi. Şansla ve yanlışlıkla eline geçen hayatı yalanlarla harcamıştır. Yaşamıştır, ama kimse gerçeğin ne olduğunu bilmemektedir.
**
Canım çok sıkılmıştı. Sürpriz yoktu. Hiç yoktu. Bir süre sonra bu yokluğun içinde sıkışıp, yaşlı bir yıldız gibi içime doğru çökmeye başladığımı, bunun da bir süre sonra büyük bir patlamaya yol açacağını, parçalarımı uzamın içinde her bir yana savuracağını anlamıştım. Gözümden fırlayan bir parça gömleğinizi kirletebilirdi. Önlem almalıydım. Beyazlarla renklileri makineye aynı anda atıp, içimde biriken basınçlı ve sıkıntılı havayı bir şekilde boşaltmam gerekiyordu. Aklımda hiçbir şey olmadan dışarı çıktım. İçecek, çok içecek, son derece mantıksız şeyler yapacaktım.
Karar vermenin öldürmek kadar zor olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Ya da öldürmenin karar vermek kadar kolay olduğunu. Ne karar vermiştim o zamana dek, ne de öldürmüştüm. Denize atlayıp dalgalarla boğuşmak, sonra sakin bir akıntı bularak kapılıp gitmek, arada sırada yine patlayan havayla, yağmurla, gök gürültüsüyle, ardı arkası kesilmeyen yıldırımlar ve boyumu aşan yeni dalgalarla uğraşmak. Balinanın karanlık midesinde Yunus olmak. Moby Dick’in peşinde dünyanın bütün korku ve nefretini taşıyan bir Ahab olmak. Nasılsa yolun sonunda ne geldiğiniz yolun gelmek istediğiniz yol, ne de vardığınız limanın varmak istediğiniz liman olduğunu görüyorsunuz. Yanlış yollardan, yanlış limanlardan geçip, sonunda yine iyi kötü bir hayat yaşamış oluyorsunuz. Buna kimsenin bir şey diyeceği yok. Salon sakin, sonsuz su çöllerinde dalgaları seçmek boş iş. Hepsi yalnızca koca deryada tek başına hayatta kalmak için sefil bir umutla çırpınmak. Sefil yalan ve bahaneler.
Tamam, demiştim ben de o zaman, kıyıda durur ve dalgaların kumsalda parçalanmasını izlerim o halde. İçine giren her şeyi yutabilecek güçteki canavar, deniz, ayaklarımın ucuna uysal ve sevgiye aç bir kedi gibi sokulur o zaman. Yapamadım.
Hayır, hayır, kötü biri değildim ben. Buna tüm samimiyetimle inanıyordum. Kötü ya da iyi olabilmek için plan yapmanız, komplolar kurmanız, hesaplar yapmanız, insan ilişkilerinin matematiğine, birtakım sanrılara inanmanız gerekir. Bense yaşamım boyunca, ölümümü asilleştirip, ona estetik bir yan katmak gibi iyi niyetlerden de oldukça uzakta durmayı düşünüyordum.
Söyledim, söylüyorum. Arkasında durabilirim tüm gücümle. Yalnızca kendimi bıraktım. Kendinizi bıraktığınızda dünyanın olanakları artıyor. Peçesini kaldırıp dünya, size tüm iyiliğini ve kötülüğünü aynı tepside sunuyor. Orada her şey neyse o. Her şey nasıl olacaksa öyle. Mantıklı bir Tanrı’nın bizden isteyemeyeceği tek şey, kendimizi onun ölçüp biçtiği kadere kayıtsız şartsız bırakmamız olabilir. Seçmeden. Reddetmeden. Sonuçlarını düşünmeden. Gözlerini geleceğe kapayarak. Tanrıya güvenerek. Erdemlere boş vererek. Etik kurullarını, savaş mahkemelerini, hukuk felsefesini, Antigone’yi ve adaleti, Protmetheus’u ve cezayı. Böyle bir durumda her şey bir anda onun, kutsal babamızın sorumluluğu haline gelir. Her şey yalnızca onun olur. Hiçbir şey olamadıysak, kaderin askerleri oluruz biz de. İsteksiz, amaçsız, vatansız birer paralı asker oluruz.
İlla bir karar verdi denilecekse eğer ardımdan, bu tek bir karar olur. Ben önüme ne koydularsa, onu yiyerek kalktım bu çürümüş sofradan.
**
Hava ekim gecesi altında taze bir serinlikle doluydu. Demir bahçe kapısını açıp çıktım. Otobüs durağına doğru yürüyüp otobüse bindim ve Kalamış Sokağı yakınlarında indim.
Sokak boyunca travestiler yola karşılıklı dizilmişlerdi. Yüz metre ilerde polis arabasının mavi ışığı havanın serinliğine karışıyor, sokağın rengiyle oynayıp duruyordu. Travestilerin, kadın kıyafeti giymiş erkeklerin arasından geçip gittim. Bazen içlerinden bir tanesine çarpamamak için kendimi sakınıyor, müstehcen gülüşlerinin, sokağın rengini değiştiren abartılı makyajlarının altında yürüyordum. Belki de sabah olmadan içlerinden birine kendimi becertmiş olacaktım.
Sokaktan çıkıp sola döndüm, biraz gittikten sonra sağa dönüp ucuz bira satan barların olduğu sokağa girdim. Ucuz kıyafetlerin, ucuz parfüm kokularının, ucuz ayakkabıların, ucuz çantaların, açlıkla ve alkolle dolu ucuz nefeslerin, ucuz sigara dumanlarının, ucuz bedenlerin ve ucuz hikâyelerin içinden geçtim. Bu sokaktan yalnızca geçip gitmiyor, bir süre kalıyorsanız, o ucuzluğun bir parçası olmayı kabul ediyorsanız, biraz sorun var demekti: Herkes cebindeki paranın karşılığından daha çok içmek istiyor, daha çok ciddiye alınmak istiyor, daha çok düzüşmek istiyordu. Bunu alıyorlardı da. Ama aldıkları her şey; daha çok içki, daha çok önemsenmek, daha çok seks ve hepsi de öyle ucuzdu ki, toplama işlemi yapmaya kalktığınızda, sonuç mutlaka yine ucuzluk çıkıyordu. Kendimi o ucuzluğun bir parçası olmak, bedenimi bir yere ait hissetmek için sokağa bıraktım. Üç defa sarhoş olacak kadar çok param vardı. Bu son param olsa da bir gecede içmek için iyi sayılırdı.
Bütün gece boyunca bütün barlara girip çıktım. Altıncı barda artık iyice sarhoş olmuştum. İçerisi karanlıktı. Yanında ayakta durduğum masaya gelenin kadın mı, erkek mi, lubun mu olduğunu anlayamamıştım. Neyse ne, bu kadar çirkin olmak için önceki hayatında bunu hak edecek bir şey yapmış olmalı, diye düşündüm ve saldırgan tavrıyla düşünceli göründüğümü söylediğinde de kendisi hakkında ne düşündüğümü ona açıklıkla söyledim. Kulağına sakin bir şekilde fısıldadığım sözcüklerin anlamını algılayabildiğinde, kulağını sertçe dudaklarımdan uzaklaştırıp, şaşkın gözlerle gözlerime baktı. Sanırım gözlerimde bir şey göremeyince bir şey söyleyemeyeceğini anladı ve gitti. Belki gidip bir yerlerde kendini öldürüp kurtulurdu. Belki de bu benim işlediğim ilk cinayet olurdu.
Sekizinci biramın sonunda o bardan da çıkıp daha kötü bir yere gitmek istedim. Sokağın sonundaki müzikhol hepsinden daha kötü olmalıydı. İçeri girerken kapıdaki korumayla göz göze geldim. Acaba hiç adam öldürmüş müydü?
**
Koridor mavi ışık altında karanlıktı. Müzikle karışık insan uğultusu duyuyordum. Koridoru geçip salona girdim. Girişin hemen yanındaki iki kişilik masaya oturup etrafımı kesmeye başladım: En yakınımdaki masada iki kadınla bir adam oturuyordu. Adam göbekli, kırk yaşlarında, şiş ve çiçek bozuğu suratlı ve seyrek sakallıydı. Tarladan ekini kaldırmış, parasını almış ve sikini kaldırmak için şehre gelmişti. İki zayıf kadınla bir masada oturuyordu. Aklından kadınlardan en az birini gece almaktan başka bir şey geçmiyor olmalıydı. Bugün ikisi de sarışın olmayı seçmişlerdi. Belki de ikizlerdi. Biri adamın yanında oturup masanın altından taşaklarını okşuyor ve durmaksızın gülüyor, karşılarında oturan diğer sarışınsa konuşup diğer ikisini güldürüyordu. Gülüşlerinden dünyaya yayılan bayağılık ve ucuzluk tüm dünyayı birkaç yıl boyunca kirletmeye yeterdi.
Soldaki masada takım elbiseli, kravatsız bir adam pembe peruk takmış bir kadınla oturuyordu. Kadının peruğu salonun kırmızı ışığı altında yanıyor gibiydi. Kadının adamın yanında oturmadığına bakılırsa birbirlerini tanıyorlardı. Büyük ihtimal kadın adamı kendine âşık etmişti ve şu anda da hayatını mahvetmekle meşguldü.
Onların arkasındaki masada iki erkek iki kadın sarmaş dolaş gülüşüyorlardı. Adamlar bir işi bitirmiş eğleniyor olmalıydı. Bu akşam bol para harcayacaklar, birlikte çok eğlenecekler, birkaç gün sonra içlerinden biri diğerini kazıklayacaktı. Onların karşısındaki masada yalnızca iki adam vardı. Yanlarındaki masada oturan iki konsomatrise göz ucuyla bakıyorlar ve aralarında bir şey konuşuyorlardı. Ayakta dolanan kısa boylu, pavyon suratlı garson sonunda yanıma gelip ne istediğimi sordu. Bir duble rakıyla çerez istedim. Fazla param olmadığını anlayarak yanımda ayrıldı ve ayakta dolanan iki kadının yanına gidip bir şeyler söyledi. Büyük ihtimal boş olduğum konusunda bilgilendiriyordu. Garson kadınların yanından ayrılıp bara doğru giderken onlar da sinyali yalnız oturan iki kadına çaktılar ve işlem tamamlandı. Hakkımda karar verilmişti. Fakir ibnenin tekiydim. Boşuna benimle uğraşmayacaklardı. O sırada arkamdan salona giren kadını yanımdan geçene kadar fark etmemiştim. Kırmızı pullarla kaplı kısa elbisesi kalçalarına yapışmış, etekleri sallanıyordu. Kalçaları göze çarptığı anda insanı tahrik edecek kadar sıkıydı. Kimseye bakmadan salondan geçip arkadaki göremediğim bir yerde kayboldu. Müzikholü işleten kulamparanın odasına girmiş olmalıydı. Belki de sakso saati gelmişti.
Rakımdan kısa bir yudum alıp etrafa bakmaya devam ettim. Soldaki masadan yükselen kelimeleri duydum. “Siktirtme lan bana Hilmi’ni”. Tabii adam kendini kaybedip belki de hayatına kast etmiş olabilecek kadar yüksek sesle bağırırken, kesme işareti kullanmamıştı. Hilmi adının bir özel isim olduğunu düşünmüyordu. Kadın da aynı fikirdeydi. Hikâyenin bir yerinde bir Hilmi den söz ediliyorsa, o Hilmi bir yerde mutlaka patlar ya da patlatılırdı. Söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Kadın sessiz kalarak belki de yalnızca olacakları geciktiriyordu. Faturalardan birini ödemeyi bir ertesi güne erteliyordu. Önemi yoktu. Belki biraz, hafif bir parazit gibi bir vicdan azabı yüzünden Azrail’i oyalıyordu. Azrail’i oylaması biraz uzun sürse, onu da kendine aşık edebilirdi. Bir pavyon kadınına aşık olmuş bir Azrail'den daha tehlikesi yoktur. En azından Hilmi için böyleydi diye düşünüyordum. O ana kadar.
Masalarına biraz uzun bir süre bakmış olmalıydım. Esrar ve alkolle kafası bulanmış insanlar için oldukça uzun bir süre. Adamın “ne bakıyorsun lan sen” demesiyle irkildim. Kibar bir adam ve kibar bir sarhoş gibi, bağırdığı için baktığımı, sonra da dalıp gittiğimi söyledim. Yüzüme şaşkınlıkla bakıp “lan yürü git” diyerek ayağa kalktı, koridora girip kayboldu. Hilmi’nin yanına gidiyordu.
Salondan çıkmadan önce omzuma çarpmıştı. Bundan hoşlanmamıştım. Bu akşam saygın bir savaşçıydım ve bu yüzden hiç kimse omzuma vurduktan sonra çıkıp gidemezdi. Bu akşam varoluşuma saldırmanın bir bedeli olacaktı.
Öfke içinde rakımdan uzun bir yudum alıp kadehi masaya bıraktım. Sadece öfkesi yüzünden intihar edemeyen bir insan gibiydim. Her şeye hazırdım. Dahası geçmemem gereken bütün çizgileri geçmek istiyordum. Rakı bardağını ya da dişlerimi sıkmış olmalıyım, Pembe Peruk’un dikkatimi çekmeye çalıştığını fark ettim. Göz göze geldik. Bakışından hiçbir şey anlaşılmıyordu. Ya çok sarhoştum, ya da kadın o kadar çok erkekle göz göze gelmişti ki bakışını kaybetmişti. Ben kadını anlamaya çalışırken o, adam kalktıktan sonra yarım kalan rakısını masama doğru kaldırdı. Ya hareketlerinde bir şeyleri harekete geçirmek isteyen bir tavır vardı ya da ciddiyetimden etkilenmişti. Jestine karşılık verdim. Dediğim gibi, bu akşam bir centilmendim. Olmayan paramı almaya çalışıyor olamazdı. Biraz önce hakkımda karar verilmişti.
Pembe Peruk masasından kalkıp masama geldi. Karşıma oturdu. Sekizinci birasından sonra rakı içmeye başlamamış birine göre nasıl göründüğünü bilmiyorum. Bana çekici görünüyordu. Aslında bu gece, diğer bardaki çirkin ve cinsiyetsiz canlı hariç, bir atı bile becerebilirdim. Atların kalçaları güzeldir. Kimi ya da neyi becereceksem, önce yalnızca biraz canını acıtmak istiyordum hepsi bu. Gecenin sonunda ya da sabah olduktan biraz sonra, mutlaka her şey yerine oturacaktır. Sonunda bütün parçalar birleşip kaotik bir model oluşturacaktır. Çok yalnız bir kadın, dünyanın bir yerinde, beş bin parçalık puzzle’ının son parçasını ait olduğu yere koyar. Sonunda ortaya bazen sakin, bazen ölümcül sonuçlar çıksa da, nihayetinde tutarlı bir hikâye oluşur ve başka benzer bir model kurulmaya başlanır. Önemli olan modelin kendisidir. Modeli oluşturan, etkileri, dokunuşları meydana getiren canlı ya da cansız varlıklara –para gibi, ben gibi, artık çekilmez derken acı çekilen geceler gibi ve öteki gibi, kırılgan camlar gibi- ne olduğu önemli değil. Onların model içinde bir şekilde acı çekmesi, aldatılması, kaybedilmesi, hoşnut edilmesi, kırılması, üzerinde durulabilecek ayrıntılar sadece. Bir gün birilerine anlatılacak saplantılar. Bir an durulup bakılacak, yorumlanacak ve hiçbir şey olmamış gibi devam edilecek boş yücelikler.
Pembe Peruk bir şeyler anlatıyordu ama onu dinlemiyordum. Bakışlarına, ellerine, kıyafetine, takılarına, jestlerine bakıyordum. Gözlerinde buralı olmayan bir şey vardı ama ne yazık ki herhangi bir şeye anlam verecek durumda değildim. Yalnızca bir an şaşırmıştım. İrademi kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Konuşmasını bitirdikten sonra “konuşmayacak mıyım” diye sordu. Onu dinlemediğimi söyledim. Deminden beri her yerine baktığım için bunu bir iltifat olarak algılamıştı. Oysa yaptığım şey onu sosyal bir sınıfa oturtmaya çalışmaktı. Bu izbe müzikhole ait olmadığını anladığım anda, esrarı çözdüğüm için, bütün hikâye gizemini yitirmişti. Güzel bile değildi. Sonra ne anlattığına dikkat etmeye başladım. Anladıkça içine çekileceğim bir şey olduğunu anladım ve girdap böylece kuruldu. Güzel sanatlarda okuyordu, bir saha araştırması için buraya gelmeye başlamıştı. 15 gün sonra saha çalışması bittiğinde ertesi gün tekrar işe gelmiş ve parayla çalışmak istediğini söylemişti. Gecede 1000-1500 arası kazanıyorlardı. Bir süre sonra da iş işten çoktan geçmişti. okul parası için bu işi yaptığını anlatıyordu. Pembe Peruk’un nedeni anlaşılmıştı. Yaşamak için fazladan bir şey yapan insanları bir süredir sevmiyordum. Kendini bir sanatçı sanıyordu ve bu düşkün işi yaparken onu bir sanat eseri haline getirmeye çalışıyordu. Bunu yemeye hiç niyetim yoktu. Hayatını idare ettirebilecek daha basit, daha düşük ücretli bir işte çalışabilirdi. Tek sorunu doyumsuz olmasıydı. Ne de olsa bir sanatçıydı. Aşırılıklar ve abartma konusunda delilerden bile daha rahatlardı. En azından yüzü bir sanat eseri gibi görünüyor olsa belki ona bir şans verebilirdim. Ama değildi. Kendinden başka kimse ona anlam vermeyecekti. Ya da en azından ben bu gece ona herhangi bir anlam vermeyecektim. Bu hikâyeyi herkese anlatıp anlatmadığını sordum. Neden sorduğumu sordu. Okulunun buraya yakın olduğunu söyledim. Gözlerinde korkuyla ilgili bir şeyler aradım ama yoktu. Hikâyeyi kimseye anlatmıyordu. Bir anlık akıldışı bir hareket yapmıştı. Sonuçlarına katlanacaktı. Bir beyefendi gibi göründüğümü biliyordum ve kadınlar gerçek beyefendilere yalan söylerken zorlanırlar. Ama abartılacak bir şey de değildir bu. Kadınlar bu duruma karşı da hemen alışırlar.