Ana içeriğe atla

Kurgusal Bir Günlük Denemesi - Palmiyelerin Altında


1981


1981… Ne vardı bu yılda? Eski dondurmaların tadı? Yoldan geçen haşlanmış mısırcıyı tanımak? Yazlık akşamları? Son komşuluklar..? Çay bahçeleri? Fuar zamanı? Hayır, bunlar değildi. Sanırım aradığım şey içi boş bir nostalji avuntusu değildi. Geçmişin hiçbir zaman şimdiden daha iyi olduğuna inanmıyordum. Hiç şüphesiz gelecek de şimdiden daha iyi olmayacaktı. Sadece olacaktı. Her zamanki gibi.

Aslında olanlar daha çok tüm dünyanın yine bir değişimin eşiğinde olmasıyla ilgiliydi. Soğuk Savaş birkaç yıla bitecekti… Yaz saati uygulaması ilk kez Sovyetler Birliği'nde de hayata geçirildiğinde tarih 1 Nisan 1981’di. Daha sonra, dünyanın ilk ve tek bireysel terör örgütü olduğu anlaşılacak olan  Mehmet Ali Ağca, Papa II. Jean Paul'e karşı suikast girişiminde bulunduğunda ise takvimler 13 Mayıs’ı gösteriyordu. Bir yandan Kaliforniya'da ilk AIDS vakaları başlarken -3 yıl sonra Michel Foucault’yu da öldürecekti- dünyanın diğer ucunda İsrail, Golan Tepeleri'ni kendi topraklarına katıyor, Türkiye’de 5000 liralık banknotlar tedavüle çıkıyordu. Dünyanın tüm ülkeleri kapılarını tüm dünyaya sonuna kadar açıyordu. Kültür üretemeyenler onu ithal etmek zorunda kalacaktı: Üzerlerine olduğu kadar… Filmlerde de asla kaybetmeyen Amerika yine kaybetmeyecekti. Tüm dünyaya eğlence ve kültür pazarlayacak olan MTV, 1 Ağustos’ta yayına girmişti.

Geçmişin, şimdiki zamanın içindeki geçmişi de kapsayarak kendi rolünü kaybettiği, hayatın içindeki insanlara yol gösteren eski kara ve deniz haritalarının üzerinde dolaştığımız kara parçalarını ya da seyrettiğimiz denizleri artık tek tek ya da topluca göstermediği bir dünyanın nasıl olabileceğini görmek, bu yüzyılın sonunda ilk kez mümkün oldu. Çıktığımız yolculuğun bizi nereye götürdüğünü ya da götürmesi gerektiğini artık bilmiyoruz.

Türkiye’de herkesin alışkın olduğu ve hatta bir tür toplumsal bağımlılık da yapmış olan darbelerden 12 Eylül Askeri Darbesi’nin üzerinden bir yıl geçmişti… İnsanları işkence zindanlarında öldürüp kimsesizler mezarlığına atmışlardı; ki üzerinde biraz düşünüldüğünde onlara böyle davranılması cesaretini veren de gerçekten “kimsesiz” olmalarıydı. Başkaları sıranın kendilerine gelmesini beklerken, onlar önlerden yer kapmak için erken davranmıştı: Kimse sırada önüne geçilmesine katlanamazdı ama durum bu sefer biraz daha farklıydı.

Aslına bakarsanız 1981 yılı da diğerleri gibi bir yıldı. Ama o yıl doğanlar için başka bir anlamı vardı. Aynı 1980 yılında doğanlar için 1980’in en farklı yıl olması gibi. Birbirimizi yeterince tanıyacak kadar vakit geçirdik. Daha fazlası sapıklığa girer. Her an yaşıyor muyuz yoksa ölüyor müyüz diyalektiğinden de bir şey çıkmıyor. Yaşamak ve ölmek kelimelerinin birbirinin zıttı olduğu sanırım doğru değil. Evet, hiçbir şeyden emin değildim. Yine de..? Evet, dilde kalan bir dondurma tadıyla birlikte ağızda açmış bir yaranın bıraktığı tat vardı onda. Bir çiçek tomurcuklanırken aynı anda da ölüyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Tek yüzü olan ve her şeyin o yüzde resmedildiği bir madalyon… Dünya burada, gözlerimizin önündeydi ve daha fazlası yoktu. İnsanın ya da acı çekebilme yeteneğiyle doğmuş herhangi bir varlığın evrende ilk nefes aldığı o an, hiç durmadan ölecek bir çiçek açmış oldu ve bir hipoteze göre bu döngü sonsuza dek sürecekti. Öyle de oldu…

1981’i hatırlamak, anlamsızca yaşanan bir iyi hissetme halinin farkındalığına düşüp o anı kaybetmeye benziyor. Karahindiba çiçekleri gibi. Bir an elinizdedir, sonra bir rüzgar eser ve artık yoktur. Yemin edebilirim, o çocuklardan birinin bile mutlu olduğunu görmedim şimdiye kadar. 

Yorumlar

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa