Ana içeriğe atla

Kiç İkame: İmamoğlu bir sabah korkunç düşlerden uyandığında…


Eserlerin kendinden değil de toplumsal arkaplandan yola çıkmayı seviyoruz: Ressama giydirdiğimiz “çıldırmış ulusalcı” deligömleğini dikmek  en pratik yol. Bu gayet mantıklı ama ölümcül derecede de zararlı. Bir başka hatalı yaklaşım ise nitelikli olmayan halk sanatını yeteneksizlik üzerinden değerlendirip rafa kaldırmak. Oysa söz konusu eser nesnel olarak değerlendirildiğinde, yerleşik bir hastalığın dışavurumu olduğu, bunun da onu sanat eseri yapmaya yettiği görülecektir.
Öncelikli olarak resmin kiç kisvesi altında bir ucubeliği gözler önüne serdiği kabul edilmeli. Taşıyıcı tüm kolonları bu kiçlik üzerine kurulu: Biçimin her şey olduğunu kabul etmeli ki anlatmak istediği suçu kendi de işlesin, ve resim görüldüğü anda, kendisine bakan bakış ile o açık sözleşmeyi imzalasın. Bu suç ortaklığı da görevini yapsın ve bilgiyi ifşa etsin. (Günümüzde üstanlatı ile kendinden bahsetmeyen her eser ölü doğmuştur ve ancak dekorasyon amacı ile kullanılabilir.)

İşporta işi bir görünüm için üzerinde titizlikle çalışıldığı görülebiliyor. Sıcak ve soğuk renkler arasında bulunan kontrast, keskin geçiş, toplumdaki kutuplaşmayı da iki figür üzerinden yeniden kuruyor. İki figür üzerinden’e bir paragraf açmak gerekirse,

(belki ortaya da bir Recep Tayyip Erdoğan çizilebilirdi. Öyle ya, İmamoğlu’ndan Atatürk’e geçebilmek için, yolculuğunuzun bir bölümünde Erdoğan’dan da geçiyorsunuz. Onun ritüellerini de yakanıza bir nişan gibi takabilmelisiniz ki toplum yeni mutant-alfasına kavuşabilsin. Resimden hayali Erdoğan’ı çıkarınca elimizden kalan şey ise, tam da dikkat etmemiz gereken şey: Yeni bir kurtarıcı efendiden başka bir seçeneğimiz yok. Bu ülkenin kaderi muhafazakar bir Atatürk. Toplum, figürü yakasından çekip istediği kişiye dönüştürmeye bu kadar kararlıyken siyasetçi neden zor olanla ilgilensin. Hazır bir kalıba girmenin maliyeti her zaman daha düşük olacaktır. Bu yüzden de henüz B Planı’na geçemedik bile. İttifaklar kurarak, sadece seçimi değil bu tıkanmış siyaseti de boykot etmek en son seçenek olarak bile değerlendirilemiyor. Elimizde kalan ise her seferinde sağa doğru kaymaya neden olan bir kaçış planı. Önce büyük düşmanı etkisiz hale getirmenin maliyeti ise gittikçe ona benzemek. Ama bir ucubelikten söz ediyor olduğumuzu asla unutamayız. Resmin hatırlattığı Ezel dizisi, kahramanın estetik ile yüz değiştirdiği bir intikam hikayesiydi. Kahramanlarıyla bir türlü vedalaşamayan bir toplumun elindeki tek seçenek de şimdilik bu gibi görünüyor. Hastalık ise her gün güçlenerek üzerimize çullanmaya devam ediyor.)

Ham sanatın her şeyin ince ince işlendiği bir çağda kim tarafından kullanılırsa kullanılsın görünür olacağı kesin. Toplum tarafından içine neredeyse coşkulu bir kabullenme, bir kendinden geçme hali ile düşülmüş düşünsel deliliğin dışavurumu o kadar net ki, sadece yine kendine gönderiyor. İlahlarımızın ruhlarının bir gün mutlaka yeni bir bedende yeniden dünyaya geleceğine ve yine öyle eyleceğine inancımız öylesine tam ki, artık kimsenin gelmesine gerek yok. Geçmişten bir hayaleti, şimdiden ve gelecekte olacak olan bir hayalete dönüştürmek onu yaşatmanın en kolay yolu. Eylemeyi tarihi bir ölüye, devreden, yalnızca O’na izin veren bu anlayış bize sürekli aynı yüzünü gösterdiğini kabul ediyor. Daha diğeriyle tanışmadık bile. Madalyonun görünmeyen yüzünü görmek hem varlık hem de bilgi felsefesi açısından imkansız.

Hepimiz onu bekliyoruz. O geldiğinde ne yapacağımızı bilmemize gerek yok. O gelince mutlaka söyleyecektir. O geldiğinde mutlaka anlayacağız. Onun o olduğunu bileceğiz ki inanalım. Şüphe ile sınanmayacağız. Uğraşmasına gerek kalmayacak. Televizyona çıkacak. Onu görenlerin çektiği görüntüler önce sosyal medyada dolaşıma sokulacak. Daha sonra haber bültenleri dik çekilmiş görüntüleri çoğaltıp kenarları buzlayarak yatay ekranlarımızda gösterecek. Böylece mesajı herkese ulaşacak. Yerimizden kalkmamıza bile neden olamayacak.

**

Bir sanat eseri dolaşıma girdiği anda artık yapan kişiden bağımsızdır. Sanat eserlerinden oluşan bir yıldırım fırtınası sürekli çakıp söner. Oysa yere düşen yıldırım bir ağacı yakmalı ve burada olduğunu kanıtlamalıdır. Aramıza indiğini. Kanımızı ısıttığını. Dünyayı anlamak için avucumuza ılık bir taş bıraktığını. Bu bağlamda, kiç bir toplumsaldışavurumcu olarak değerlendirilebilecek eser, soru sormuyor, yumuşaklıkların arasında kendisine rahat bir yatak aramıyor. Tarihsel ve Sosyolojik sorular geride bırakılmış. Resim, cevaptan sonra başlıyor. Yorum yapmıyor. Hakikati bükmüyor. Ağacı ortadan ikiye yarıyor ve dönüp arkasına bakmıyor bile.

Ne olursa olsun, sanatçı yoktur, o yalnızca eserle dünya arasındaki araçtır. Dünya ile eser arasındaki araç artık ortadan kalktığında, yani mesaj bir kere gönderildiğinde ortaya çıkan ne ise o değerlendirilmelidir. Yaklaşmakta olan gelmiştir ve bir kol mesafesi kadar uzaktan size kendini dayatmaktadır. Yetenek tarafından ele alınmış ve bile isteye kötü çizilmiş, içeriksiz bir resmi gerçek bir yeteneksizlikle çizilmiş ama tesadüfen içerikle dolu bir eserden daha iyi yapan şey nedir? Hiçbir şey… 

Kavramsalsanat olmaya çalışmayan, kiçliğini yeteneksizlikten alan, ama yine de tuhaf bir biçimde bunu başaran eser son on yılların en dolu işlerinden. Zehra Doğan’ın resimleri ile “bunu siz yaptınız” dediği neyse onu gösteren ruhani bir yakınlığa sahip, ucube hakikate tutulan sırsız bir ayna. Belki Ali Elmacı tarafından yeniden yorumlanabilir. Politik olarak bu kadar doğru ve cesaretli bu iş yabana atılmamalı, üzerinde ciddiyetle durulmalıdır. Doğru ve hakkaniyetli bir biçimde ele alındığında sadece ressamlarımıza değil tüm sanatçılarımıza yeni yollar açabilir. Toplumsal biliçdışının hangi yarıktan dünyaya sızacağı, hangi yataktan akacağı hesaplanamaz. Kazanın ortasında her zaman bir şenlik bulunabilir.

Yorumlar

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa