Yine akşam oldu.
Mesaiden yorgun argın çıkılmış, gün batımı kaçırılmış, bir gün daha kaybedilmiş, omuzlarımızdaki rüya-kediler bütün gün beynimizin içini kemirmiş, beynimiz rüya-kedilere karşı zamansız-böcekler yaratmış, sonra kontrolden çıkan iki savaşçı birlik bir araya gelip beynimizle savaşmaya devam etmişti: Onu öyle söylemeseydim, keşke orada o cevabı verebilseydim, keşke zamanında başka bir meslek seçebilseydim, dünyanın haritalandırılmamış yerlerini keşfetmeye çalışırken ben de öyle haritasız, zamansız, geriye dönüşsüz kaybolup gitseydim… Ama olmadı. Çünkü her şey olması gerektiği gibi oldu.
Şimdi de, sanki yarın bütün o giriş-çıkışlar hiç olmayacakmış, otel öğlen boşalıp yine aynı öğlen dolmayacakmış, yüzlerce odanın binlerce valizi hiç taşınmayacakmış gibi içmeye gidiyordum. Önce omzumdaki kediyi susturdum, sonra da aklımın içindeki kıpır kıpır böcekleri defedip sahilden meyhaneye doğru yürümeye devam ettim. Deniz kızlarının, yunusların, gececil martıların, karanlıkları tarayan gizemli kargaların çağrılarına kulaklarımı tıkayıp yürüdüm.
Ayaklarımda, gündüz mesaisinin kazandığı ağrılı üç-beş kuruşu rakıya yatırmanın erken pişmanlığı ile kapıdan adımımı attım. Henüz hiç kimse gelmemişti. İlk rakımı tek başıma içeceğim için sevinerek grubumuza ayrılan masaya oturdum, litrelik rakıyı söyledim, garsona “tamam abi, hallederim ben” diyerek dublemi doldurup, batının karanlığına doğru kadehimi kaldırdım. Karanlıkların içinde ısrarcı bir güz martısı o masal alemine çağırsa da davetini görmezden geldim.Masa yavaş yavaş dolmaya başlamıştı.
Önbüro ekibi, mesaidekiler dışında birkaç dakika arayla yerlerini aldılar. Gece başladı. Hiç bitmeyeceğini anlamam ise birkaç saatimi daha alacaktı.
Önbüronun süpervizörü Arzu Hanım yanıma, karşıma resepsiyonist Ahmet, onun yanına kankası Anıl, yanlarına sırayla benim gibi stajyer olan Rasim ve Ayla, onların yanına eklenmiş tek kişilik masaya da yaşlı resepsiyonist Tansu Abi oturdu. Yanımda oturan Arzu Hanım’ın yanına yine adaşı olan rezervasyoncu Arzu, Arzu’nun yanına da acentecilerden Büşra ile Serkan. Hepsinin omuzlarına tek tek baktım, ne bir rüya-kedi mırıltısı ne de bir zamansız-böcek kıpırtısı göremedim. Ben kadronun boş omuzlarını ve suratlarını incelerken rakı kadehleri doldu, buzlar çatırdayarak rakıyla karışan suyun içinde erimeye başladı. Kadehlerimizi kaldırdık, herkes “şerefe, sağlığınıza” derken Arzu Hanım, “Buraya içelim o zaman bu akşam” diyerek süpervizörlüğünü konuşturdu. Gece boyunca her yudumumda bu küçük sahil kasabasına içmek zorunda kalacaktım. “Bu gece iş konuşmak yok” diye ekledi Arzu Hanım kadehini masaya bırakırken.
Yalnızca beş dakika sonra bütün masa otelden konuşmaya başladı, sıkıcılıkları dışında başka hiçbir ortak noktası olmayan ekip rutinine en kısa sürede geri döndü. Omzumdaki rüya-kedi kadehimde zıplayan yunusu da o sırada gösterdi. Bu kez, birkaç dakika da olsa çağrısına kulak verip zamansız bir okyanusta oyalanmayı kabul ettim. Sonsuza kadar okyanusları, bilinmeyen toprakları, duyulmayan ormanları, görülmeyen kanatları olan masal kuşlarının yaşadığı diyarları dolaşıp masaya, kadehin içine geri dönmemiz sadece birkaç saniye sürdü.
Masa aynı bıraktığım gibi, meslek konuşmalarına devam ediyordu. Bu sefer sazı eline alan Tansu Abi oldu. Otelciliğin bilgisayarsız zamanlarından günümüze resepsiyonist olarak gelmeyi başardığı, yani bir kariyerist olmadığı, belki de sadece çok başarısız bir makine olarak çalıştığı için ona saygı duyuyordum. Ben ona saygı duyarken O, “İsrailliler çok beterdir çok, odadan küçük ekran televizyon çalmaya çalışanını bilirim” diye anlatıyordu masaya. Kel kafalı, gözlüklü, parmakları otel katipliği yapmaktan yamulmuş Tansu Abi’nin en büyük hayranı tabii ki de Arzu Hanım’dı. Fazladan gülüyor, fazladan onaylıyordu. Tansu Abi’nin lafı bitmeden “bir de pis olurlar ki sormayın gitsin” diye araya girdi. Onun onaylayıcısı ise Ahmet’ti. “Siz şanslısınız” demişti, biz stajyerlere dönüp: “Bu sene İsraillilerle çalışmıyoruz çok. Gözünü seveyim Alman müşterinin.” Irkçılık yaptığının farkında değildi. Dahası, İsraillilerin karşısına koyduğu üstün halkın hangisi olduğuna bile dikkat etmiyordu. İçimden cahil lavuk derken, kadehimden bir yudum aldım, sıcak servisi başladı, masadaki gürültü birkaç birim azalarak çatal bıçak seslerine dönüştü.
**
Beşinci dublemin sonunda, ağzım kendine dolanmadan cümle kuramadığım bölüm geldiğinde masadan da eksilenler oldu. Stajyerler sabah erken kalkacaklarını söyleyip ayrıldılar. Arzu Hanım “sen erken kalkmayacaksın galiba” diye sorduğunda “ben yarın biraz geç kalmayı düşünüyorum” diye cevap verdim. Normalde sinirini bozabilirdim ama sarhoşluğu kızmasını engellemişti. Oysa bilmediği bir şey vardı, zaman durmuştu. Hangi anda durmuştu emin değildim. Hâlâ da değilim. Zaman durduğu için ne kadar zamandır durmuş olduğunu da bilmiyorum. Artık zamansız bir rakı masasındayım ve bunu kimse bilmiyor.
Mekanda yalnızca biz kalırken mekanın Arzu Hanım’ı tanıyan sahibi bize katılmıştı. Elemanlarına ortalığı halledip çıkmalarını söyleyerek masamıza oturmuş, zaman da sanki tam o anda durmuştu. Tuvalete gidip masaya geri döndüğümde artık sadece mekanda değil, dünyada da yalnız olduğumuzu fark ettim. Sahilden de herhangi biri geçmiyordu. Sandalyeme otururken Sessiz Gemi çalmaya başladı. Ya ölmüştük ya da çok daha korkunç bir şey olmuştu.
Artık masada kimse konuşmuyordu. Herkes Sessiz Gemi’yi mırıldanırken iki yana yaşlı, yorgun, ümitsiz bir ağaç gibi salınıyordu. Masaya oturduğumuzdan bu yana kimse güncel herhangi bir şeyden bahsetmemişti. Anlatılan her şey, kurulan her diyalog ya geçmişte kalmış ve ölüydü ya da boş ve anlamsız, retorik cümleler yığınıydı. Kimse siyasetten bahsetmiyordu. Bir çağ üzerimize kapanırken herkes anılarını anlatmakla meşguldü. Gerçek bir acının daha fazla dayanılamadığı için bir iç dökümüne dönüşmesine de rastlamamıştım. Dahası masada gerçek bir insan var mıydı, bundan bile emin değildim. Karakterlerin birbirleriyle gerçek bir konuşma yapmadığını zaten görüyor, duyuyordum. Ama herhangi birinin, içinden dahi olsa samimi olduğuna dair en ufak bir inancım yoktu. Masamız farazi bir dünyanın üzerine kurulmuş, uçucu, iz bırakmayan, zamansız bir okyanusun dalgaları üzerinde bir o yana bir bu yana sallanan, küçük, sik kadar bir kayıktı. İlk fırtına devrilmiş, bu felaketi fark eden birkaç kişi olmuş, sesleri kısa süre içinde felaket tellalı olarak etiketlenmiş ve ses geçirmeyen bir odaya hapsedilmişlerdi. Sessiz odanın dışında kalanlar bu felaket artığından paylarına düşen çöpten ganimetlerle idare ediyordu. Parlak bir fikir, parlak bir cümle, herhangi bir anında parlamayı başaran en ufak bir hikaye yoktu. Karakterlerin bir ismi vardı, ama isimlerin bir karakteri yoktu. Ender sorulan cılız soruların yanıtı henüz sorulmadan önce bile belliydi. Bir tez yoktu, bir önerme yoktu; akla geldiği anda utanılması ve unutulması gereken konular ve cümleler yığını vardı yalnızca. Omzumdaki rüya-kedi uyumuş, mırıldanmaya başlamıştı. Kadehimdeki yunus sızmış, gizemli martılar kendi çatı-evrenlerine çekilmişti.
Rüya-kedi kıpırdanınca masada kimsenin kalmadığını fark ettim. Ama zaman hâlâ öyle kıpırtısız duruyordu. Gün ağarmadı, başka hiçbir ses duymadan, bu masada sonsuza kadar oturmakla mahkum edildiğimi anladım. İçki bitmediği sürece, öyle çok büyük bir sorun da yoktu aslında.
Yorumlar