Gizem Özdel'in Dergipark'taki makalesi bu özetle açılıyor.
Olağanüstü zamanlardan geçtiğimiz ve bu geçme eylemini fabrika, ofis ve şantiyelerde çalışmak zorunda olan işçiler hariç, bir durma biçiminde gerçekleştirdiğimiz günlerde, devletlerin salgınla ilgili olarak aldığı önlemler, Panoptikon kavramını belki de olduğundan daha önemli hale getiriyor.
"Jeremy Bentham, 1787 yılında Beyaz Rusya’daki Crecheff’teki Rus komutan arkadaşına yazdığı mektuplarda yapının temelinde yatan düşünceden şu şekilde sözeder: ‘’Tasarımı yapılan Panoptikon’da en önemli temel ihtiyacı karşılayan yan, çok sayıda insanın gözetim altında tutulmasının amaçlandığı binalar marifetiyle, çevrelenemeyecek ya da denetlenemeyecek kadar geniş mekâna sahip olmayan, istisnasız bütün kurumlara uygulanabilir olduğu kabul edilecektir.’’
Jeremy ve Samuel Bentham tarafından "düşünsel" olarak tasarlanan Panoptikon gözetleme kulesi, iktidar eğretilemesi için kusursuz bir metafor. Ancak her şeyi gören bir göz ve bu gözü görmeyen gözetlenenler olarak durumumuz biraz değişti.
**
Bu durumun salgından önce gerçekleşen ilk parametre sapmaları teknolojik gelişmeler ve uygulamalar sayesinde oldu. Güvenliğimiz açısında pek de itiraz etmediğimiz mobeseler Panoptikon'un ilk kez katı halde uygulamanabilmesinin örneği oldu. Öyle ya, şehrin anaarterlerinden birinde, bir bulvarın ortasında, üzerinde kameralarla yükselen direkler Panoptikon'un gelişmiş bir versiyonu değil miydi: Artık bir kavşakta kiminle buluştuğumuz, kiminle karşılaştığımız, neyin alışverişini yaptığımız, hangi kazaya karıştığımız ya da hangi kuyumcuyu soymaya kalktığımız, kimi gasp etmeye çalıştığımız sürekli kayıt halinde olan bir göz sayesinde geçmişe dönük olarak izlenebiliyordu. Elbette bizler gaspçı ya da soyguncu olmadığımız için içimiz rahattı. Oysa artık hiçbir suça karışmasak dahi nerede olduğumuz bilinir hale gelmişti: Ebeveyn, bebeğinin odasına bir kamera koymuş ve izlemeye başlamıştı. Artık bankaların önlerinde ya da şehrin meydanlarında uyuşturucu alışverişi yapmak da riskli hale gelmişti. Her güvenlik önleminin özgürlüğümüzden eksilttiğini buradan anlamalıydık.
İkinci ve en büyük gelişme ise akıllı telefon teknolojisinin gelişmesi sayesinde yaşandı. Nietzsche Tanrı'yı öldürdüğünde ve Freud yeni tanrı olarak sadece bilinçdışımızı ve onunla çatışan bilincimizi önerdiğinde çok yalnız kalmıştık ve iktidarın bu boşluğu dolduracağı aslında kesinleşmişti. Çünkü her zaman kesindir. Artık vicdanımız göksel babamızda değil, bizdeydi. Biz ise hiç de göksel olmayan birtakım yasalara göre yaşamaya çoktan alışmıştık. Çünkü kendisi tarafından kontrol edilemeyen bir tür mutlaka yine kendisi tarafından mutlaka kontrol edilmeliydi. İnsanlık tarihi bu bağlamda bir tür bitmek tükenmek bilmeyen ebeveyn icadı olarak okunabilir. Kendine ebeveyn atamak zorunda kalan yetişkin çocuklar korosu...
Nietzsche ve Freud'dan tarihsel birimde çok da uzak olmayan bir zaman sonra ortaya çıkan akıllı telefonlar da yeni bir devrimin müjdecisiydi elbette. Yeni her şeyi gören gözümüz ve bu gözden aldığı güçle gelişen yeni vicdanımız, akıllı telefonların her şeyi kayıt altına alması ile güncellendi. Artık bir parkta bir canlıya zarar vermek istiyorsanız etrafta kayıt altına almakta olan bir akıllı telefon olmadığını iyi kontrol etmeniz gerekiyor. Bu caydırıcılığı bakımından olumlu bir gelişme. Ancak bunun da bir yan etkisi olmak zorundaydı. En basitinden ortam dinlemesi yapan bir telefonun tüketim alışkanlıklarımızı manipüle etmesine katlanmak zorundaydık. Yine, gönüllü olarak, özgürlüğümüzden eksiltmiştik.
Panoptikonun ilk tasarımı iktidarın baskı altında tutmak istediği özneyi izlemek için kurulmuş olması da artık tersine çevrilmiş durumda. Bu iki anlamda da doğru: Teknoloji biz öznelerin de iktidarı denetim altında tutmasını bir miktar kolaylaştırdı. Kayıttaki kameralar, wikileaks gibi inisiyatifler sayesinde bu konuda bir miktar yol aldık. İkinci anlamında ise bizi izleyen bir göz yerine kendini izleyen bir göz devreye girdi. Gözetleme kulesindeki göz de artık bize ait.
Şimdi Panoptikon'un yukarıdaki bağlamda bir 3. Aşama'sına geçmiş olabiliriz.
**
Salgın hastalık ile birlikte ölümden ne kadar çok korktuğumuz biraz daha iyi anlaşıldı. Doğada ortaya çıkmış bir türün ölüm bilincine bu kadar korkulu bir yerden sahip olması elbette düşündürücü. Bir arslan, bir dağ canlısı, bir uçucu, okyanusun karanlık sularında salınarak yaşayan o tekinsiz ve habersiz canlı bizim kadar korkuyor mu? Korku mu önceydi, oluş mu? Tüm bu saçma şiirselliğin ortasında şunu sormak istiyorum: Şiddetli travmatik yaşantılarda ortaya çıkan korku ve kaygının genler yoluyla aktarılabildiği bir süredir konuşuluyor. İnsansoyu, evrimin yavaş zamanında türden türe evrilirken, dünyayı algılama ve bilme türünün değiştiği o geçişte, farklı bir düzlemde korkmaya başlamış olabilir mi? Varoluşa artık yalnızca içinde olduğu bir büyük şey gibi değil de yabancılaşmış bir biçimde bakabildiği o anda dehşet içinde kalmış olabilir o ilk insan. Çünkü insan, bilmekten yapılmıştır. Korku da diğer tüm duygular gibi bilmekten doğmuştur.
Hâl böyle olunca insan sormadan duramıyor: Yaşamamıza olanak sağlamış olsa da, aynı zamanda ve bütün gücü ile bizi öldürmeye çalışmış olan ormandan -doğadan- intikam alıyor olabilir miyiz? Bunun bir tür kötücül ebeveynden nefret etmekle bağı rahatlıkla kurulabilir. Bize oldukça uzun bir zaman dilimiymiş gibi görünse de ormandan çıkalı -tarımı keşfedeli- henüz 12 bin yıl oldu. Bu devrimden önceki milyonlarca yılı yok saymak, o korkunun, o mücadelenin etimize, kanımıza işlemediğini var saymak elbette yanıltıcı olacaktır. Bizler doğanın duygusuz şiddetinin ve bunun yarattığı korkunun çocuklarıyız ve iyileşme konusunda henüz yolun başında olabiliriz. Medeniyetimizin psikanalitik bir süreçten geçtiği bu noktada iddia edilebilir.
**
Şimdi, ölümü yaşamın bir parçası değil de sonu gibi görmeyi tercih ettiğimiz için havayolları ile seyahatten önce almak zorunda olduğumuz belgelerden, sadece bankaya girmek ya da vapura binmek için kendimize atamak zorunda olduğumuz HES kodlarına kadar tam bir kontrol dünyasının içine doğru çekiliyoruz. Girdap hiç durmadan çalışıyor. Bunun ne kadar süreceğini henüz tam olarak bilmiyoruz. Türkiye'de bir kere ilân edilen ve sonra yerleşik hale gelen OHAL gibi bir süreklilik kazanacağını düşünmemiz için en başa dönüp "iktidar" dememiz yeterli olacaktır. Çünkü onun doğası bu. İzlemek, yönetmek, baskılamak, yeni araçları bunun için uyarlamak...
Sorun, her zaman bizim uzlaşmamız, kabullerimiz etrafında şekilleniyor. Efendi-Köle Diyalektiği'nin ortaya serilmiş olması ona karşı çıkmamız halinde bir anlam taşıyordu. Anlam hâlâ bir potansiyel olarak orada duruyor. Sağlıklı bir dünyada, biraz daha fazla yaşamak, pençelerimizi biraz daha derine bastırmak, çenemizi biraz daha sıkarak ısırığımıza biraz daha basınç vermek bizler için yeterli bir bahane. Yaşamayı seviyoruz ancak yalnızca onun kölesi olarak.
Pandeminin henüz başında, sağlıklı bireylerin bunu deklare ettikleri sürece kapıları açık bir dünyada yaşayabileceklerini, bunun da bir tür sağlıklı bireyler diktatörlüğüne dönüşebileceğini söyeyenler olmuştu. Girdap çalışmaya devam ediyor.
Yorumlar