Ana içeriğe atla

Panoptikon'un Zaferi

"İktidar kavramı, bir çok farklı dönem içerisinde geliştirilen felsefelere bağlı olarak biçim değiştirse de hiçbir zaman ortadan kalkmayacak olan bir gerçekliktir. ... Bu güç dünyadaki her gelişmeden haberdar, hatta bu gelişimlerin yaratıcısı ve gözetleyicisi rolündedir. Sanattan siyasete, sosyolojiden göstergebilime kadar çok farklı alanlarda bu kavramın ne olduğu tartışılmış, hatta kavrama bağlı üretimler yapılmıştır. 20. yüzyılın en önemli sosyologlarından Foucault, dönemimizin değişen iktidar anlayışını, tasarlanmış bir yapı olan Panoptikon metaforuyla temellendirerek, modern iktidarların görünmezliği üzerine çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmada, “iktidar” kavramının “görünmezliği” Foucault, Althusser gibi sosyologların metinlerinden yararlanılarak, üretilmiş çeşitli görsel göstergeler bağlamında ele alınacaktır. Göstergelerin çözümlenmesinde metinlerarasılık yöntemi kullanılarak farklı tarihsel dönemlerde varolan ‘’göz’’ göstergesi, ‘’İktidarın Gözü’’ bağlamında incelenecektir."*

Gizem Özdel'in Dergipark'taki makalesi bu özetle açılıyor.

Olağanüstü zamanlardan geçtiğimiz ve bu geçme eylemini fabrika, ofis ve şantiyelerde çalışmak zorunda olan işçiler hariç, bir durma biçiminde gerçekleştirdiğimiz günlerde, devletlerin salgınla ilgili olarak aldığı önlemler, Panoptikon kavramını belki de olduğundan daha önemli hale getiriyor.

"Jeremy Bentham, 1787 yılında Beyaz Rusya’daki Crecheff’teki Rus komutan arkadaşına yazdığı mektuplarda yapının temelinde yatan düşünceden şu şekilde sözeder: ‘’Tasarımı yapılan Panoptikon’da en önemli temel ihtiyacı karşılayan yan, çok sayıda insanın gözetim altında tutulmasının amaçlandığı binalar marifetiyle, çevrelenemeyecek ya da denetlenemeyecek kadar geniş mekâna sahip olmayan, istisnasız bütün kurumlara uygulanabilir olduğu kabul edilecektir.’’

Jeremy ve Samuel Bentham tarafından "düşünsel" olarak tasarlanan Panoptikon gözetleme kulesi, iktidar eğretilemesi için kusursuz bir metafor. Ancak her şeyi gören bir göz ve bu gözü görmeyen gözetlenenler olarak durumumuz biraz değişti. 

**

Bu durumun salgından önce gerçekleşen ilk parametre sapmaları teknolojik gelişmeler ve uygulamalar sayesinde oldu.  Güvenliğimiz açısında pek de itiraz etmediğimiz mobeseler Panoptikon'un ilk kez katı halde uygulamanabilmesinin örneği oldu. Öyle ya, şehrin anaarterlerinden birinde, bir bulvarın ortasında, üzerinde kameralarla yükselen direkler Panoptikon'un gelişmiş bir versiyonu değil miydi: Artık bir kavşakta kiminle buluştuğumuz, kiminle karşılaştığımız, neyin alışverişini yaptığımız, hangi kazaya karıştığımız ya da hangi kuyumcuyu soymaya kalktığımız, kimi gasp etmeye çalıştığımız sürekli kayıt halinde olan bir göz sayesinde geçmişe dönük olarak izlenebiliyordu. Elbette bizler gaspçı ya da soyguncu olmadığımız için içimiz rahattı. Oysa artık hiçbir suça karışmasak dahi nerede olduğumuz bilinir hale gelmişti: Ebeveyn, bebeğinin odasına bir kamera koymuş ve izlemeye başlamıştı. Artık bankaların önlerinde ya da şehrin meydanlarında uyuşturucu alışverişi yapmak da riskli hale gelmişti. Her güvenlik önleminin özgürlüğümüzden eksilttiğini buradan anlamalıydık. 

İkinci ve en büyük gelişme ise akıllı telefon teknolojisinin gelişmesi sayesinde yaşandı. Nietzsche Tanrı'yı öldürdüğünde ve Freud yeni tanrı olarak sadece bilinçdışımızı ve onunla çatışan bilincimizi önerdiğinde çok yalnız kalmıştık ve iktidarın bu boşluğu dolduracağı aslında kesinleşmişti. Çünkü her zaman kesindir. Artık vicdanımız göksel babamızda değil, bizdeydi. Biz ise hiç de göksel olmayan birtakım yasalara göre yaşamaya çoktan alışmıştık. Çünkü kendisi tarafından kontrol edilemeyen bir tür mutlaka yine kendisi tarafından mutlaka kontrol edilmeliydi. İnsanlık tarihi bu bağlamda bir tür bitmek tükenmek bilmeyen ebeveyn icadı olarak okunabilir. Kendine ebeveyn atamak zorunda kalan yetişkin çocuklar korosu...

Nietzsche ve Freud'dan tarihsel birimde çok da uzak olmayan bir zaman sonra ortaya çıkan akıllı telefonlar da yeni bir devrimin müjdecisiydi elbette. Yeni her şeyi gören gözümüz ve bu gözden aldığı güçle gelişen yeni vicdanımız, akıllı telefonların her şeyi kayıt altına alması ile güncellendi. Artık bir parkta bir canlıya zarar vermek istiyorsanız etrafta kayıt altına almakta olan bir akıllı telefon olmadığını iyi kontrol etmeniz gerekiyor. Bu caydırıcılığı bakımından olumlu bir gelişme. Ancak bunun da bir yan etkisi olmak zorundaydı. En basitinden ortam dinlemesi yapan bir telefonun tüketim alışkanlıklarımızı manipüle etmesine katlanmak zorundaydık. Yine, gönüllü olarak, özgürlüğümüzden eksiltmiştik.

Panoptikonun ilk tasarımı iktidarın baskı altında tutmak istediği özneyi izlemek için kurulmuş olması da artık tersine çevrilmiş durumda. Bu iki anlamda da doğru: Teknoloji biz öznelerin de iktidarı denetim altında tutmasını bir miktar kolaylaştırdı. Kayıttaki kameralar, wikileaks gibi inisiyatifler sayesinde bu konuda bir miktar yol aldık. İkinci anlamında ise bizi izleyen bir göz yerine kendini izleyen bir göz devreye girdi. Gözetleme kulesindeki göz de artık bize ait.

Şimdi Panoptikon'un yukarıdaki bağlamda bir 3. Aşama'sına geçmiş olabiliriz.

**

Salgın hastalık ile birlikte ölümden ne kadar çok korktuğumuz biraz daha iyi anlaşıldı. Doğada ortaya çıkmış bir türün ölüm bilincine bu kadar korkulu bir yerden sahip olması elbette düşündürücü. Bir arslan, bir dağ canlısı, bir uçucu, okyanusun karanlık sularında salınarak yaşayan o tekinsiz ve habersiz canlı bizim kadar korkuyor mu? Korku mu önceydi, oluş mu? Tüm bu saçma şiirselliğin ortasında şunu sormak istiyorum: Şiddetli travmatik yaşantılarda ortaya çıkan korku ve kaygının genler yoluyla aktarılabildiği bir süredir konuşuluyor. İnsansoyu, evrimin yavaş zamanında türden türe evrilirken, dünyayı algılama ve bilme türünün değiştiği o geçişte, farklı bir düzlemde korkmaya başlamış olabilir mi? Varoluşa artık yalnızca içinde olduğu bir büyük şey gibi değil de yabancılaşmış bir biçimde bakabildiği o anda dehşet içinde kalmış olabilir o ilk insan. Çünkü insan, bilmekten yapılmıştır. Korku da diğer tüm duygular gibi bilmekten doğmuştur.

Hâl böyle olunca insan sormadan duramıyor: Yaşamamıza olanak sağlamış olsa da, aynı zamanda ve bütün gücü ile bizi öldürmeye çalışmış olan ormandan -doğadan- intikam alıyor olabilir miyiz? Bunun bir tür kötücül ebeveynden nefret etmekle bağı rahatlıkla kurulabilir. Bize oldukça uzun bir zaman dilimiymiş gibi görünse de ormandan çıkalı -tarımı keşfedeli- henüz 12 bin yıl oldu. Bu devrimden önceki milyonlarca yılı yok saymak, o korkunun, o mücadelenin etimize, kanımıza işlemediğini var saymak elbette yanıltıcı olacaktır. Bizler doğanın duygusuz şiddetinin ve bunun yarattığı korkunun çocuklarıyız ve iyileşme konusunda henüz yolun başında olabiliriz. Medeniyetimizin psikanalitik bir süreçten geçtiği bu noktada iddia edilebilir.

**

Şimdi, ölümü yaşamın bir parçası değil de sonu gibi görmeyi tercih ettiğimiz için havayolları ile seyahatten önce almak zorunda olduğumuz belgelerden, sadece bankaya girmek ya da vapura binmek için kendimize atamak zorunda olduğumuz HES kodlarına kadar tam bir kontrol dünyasının içine doğru çekiliyoruz. Girdap hiç durmadan çalışıyor. Bunun ne kadar süreceğini henüz tam olarak bilmiyoruz. Türkiye'de bir kere ilân edilen ve sonra yerleşik hale gelen OHAL gibi bir süreklilik kazanacağını düşünmemiz için en başa dönüp "iktidar" dememiz yeterli olacaktır. Çünkü onun doğası bu. İzlemek, yönetmek, baskılamak, yeni araçları bunun için uyarlamak...

Sorun, her zaman bizim uzlaşmamız, kabullerimiz etrafında şekilleniyor. Efendi-Köle Diyalektiği'nin ortaya serilmiş olması ona karşı çıkmamız halinde bir anlam taşıyordu. Anlam hâlâ bir potansiyel olarak orada duruyor. Sağlıklı bir dünyada, biraz daha fazla yaşamak, pençelerimizi biraz daha derine bastırmak, çenemizi biraz daha sıkarak ısırığımıza biraz daha basınç vermek bizler için yeterli bir bahane. Yaşamayı seviyoruz ancak yalnızca onun kölesi olarak.

Pandeminin henüz başında, sağlıklı bireylerin bunu deklare ettikleri sürece kapıları açık bir dünyada yaşayabileceklerini, bunun da bir tür sağlıklı bireyler diktatörlüğüne dönüşebileceğini söyeyenler olmuştu. Girdap çalışmaya devam ediyor.





Yorumlar

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa