Ana içeriğe atla

Doksanlar üzerine bir hatırlama çabası



1990

1990'da henüz Ballıkuyu'da yaşayan ve dünyayı da Ballıkuyu'dan ibaret sanan bir çocuktum. Saddam Hüseyin Kuveyt'i bu yılın 2 Ağustos'unda işgal etmişti. Ben Galiplerin bahçesinde top oynuyordum. Ballıkuyu'dayken kafanıza bomba düşme ihtimali çok azdı. Ama Kadifekale'nin yamacında oturduğumuz için, Kürtlere bir önlem olarak panzerlerin dar sokaklarda devriye attığını hatırlıyorum ki, panzer altında kalmanız olasılıklar dahilindeydi. 

Türkiye her zaman olduğu gibi doksanlarda da çok tehlikeli bir ülkeydi. Evdeki konuşmalardan da dünyada tartışmalı bir şeyler olduğunu seziyordum. Sanırım annem ve babam doğru tarafta insanlardı. Ancak Sabah gazetesini ve Hıncal Uluç'u solcu sandığım zamanlardı da aynı zamanda. O zamanlar solculuğu bir şekilde sesini çıkartan, hakkını arayan insan olarak kodlamıştım kafamda. Cumhuriyet gazetesinin en pahalı gazete olduğunu hatırlıyorum. Cumhuriyet benim gözümde zengin insanların okuduğu bir gazeteydi. Yılar sonra İslamcıların Cumhuriyet okurlarını elitist ve jakoben olmakla itham ettiklerini görecektim. Bense artık yeterince elitist ve jakoben olmamakla suçluyorum. Türkiye'nin en büyük sorunu her zaman aşırılıklardan uzak durması olmuştur.

Bu yılın 5 Ekim'inde tüm yurt sathında herkes tarafından izlenen ve daha sonraları bunda bir tür distopya duygusu keşfettiğim Bir Başka Gece yayına başlamıştı. Türkiye nüfusunun birbirinin aynı markalı televizyonlarda aynı saatte aynı programı izlemesinde bir tür 1984 arka planı vardı. Bizim televizyonumuz Saba markaydı. Bir Başka Gece için düşündüğüm şeyleri Bizimkiler için de düşünmüştüm. Bizimkiler dizisinde 20 sene boyunca hiçbir şey olmamasına ve insanların 20 sene boyunca bu aynı hiçbir şey olmayışı nasıl izlediklerine kafa yoracaktım. Cevabı birkaç yıl sonra buldum. Bizimkilerde de pek bir şey olmuyordu. Yani bizimkilerde derken, “biz”den bahsediyorum. Gerçek olduklarını iddia eden insanlardan.  Paket eğlence olarak tarif edebileceğim bir tarzı olan Bir Başka Gece sanırım insanları kapitalizmin yeni eğlence anlayışı ile tanıştırıyordu. Paket programlar, paket kişilikler ufukta görünüyordu. MTV kurulalı 9 yıl olmuştu, Sovyetler'in yıkılmasına az kalmıştı. Bir Başka Gece, 1981'de kurulan MTV'nin bir-iki saatlik Türkiye versiyonu idi.

1991

İzlediğimiz ilk canlı yayın savaş bu yılda gerçekleşti. Canlı yayın mı daha önemliydi savaş mı emin değilim. Sanırım birincisi daha önemliydi çünkü bin yıllardır savaşıyorduk ama ilk defa canlı yayında savaşıyor ve bunu izliyorduk. Yonca Evcimik ve Abone bu yılda patladı. Abone, Türk Pop müziğini bir anda domine etti ve Tarkan'ın Kıl Oldum Abi'sinin de öncülü oldu. Yavaş Yavaş büyüyorduk ama dünyanın kirlenişi Yeni Türkü'nün dediği gibi bir şey değildi. Hiçbir zaman da olmamıştı. S.S.C.B. 1991 yılında yıkıldı. Büyüdükten sonra buna daha çok üzüldüğümü hatırlıyorum. S.S.C.B. kalbimde bir yaradır. Gorbaçov kötü birisi.

1992

Bu yıl Türkiye'de insanların güvenliği açısından çok önemli bir karar alındı. Emniyet Kemeri takmak yasal zorunluluk halini aldı. Türkiye'de insanlar rahat bir nefes aldılar ve kemer takmamaya devam ettiler. Erzincan Depremi de bu yıl içinde oldu. Bundan 11 yıl sonra acemi birliğine teslim olmak için Erzincan'a gidecektim. T.C. Askerlere kötü davranıyordu. 

Bu yıl içinde dünyayı kendisinden ibaret sandığım Ballıkuyu'dan taşınıp Egekent'e yerleştik. Egekent Toki'lerin öncülü olarak yükselen düz ve çirkin apartmanlardan oluşan devasa bir kooperatif sitesi idi. Kürtler, fakirler, akıllılık edip ucuza ev kapatan çeşitli Türkiyeliler buralarda oturmaya başlamıştı. Ben o yıl Aslı'ya aşık olmuştum. Aslı'ya bunu yıllar boyunca söyleyemedim. Adını söylemeyi küçükken de çok sevdiğim Marlene Dietrich bu yılda oldü. Çok fakirdik.

1993

Bu yılda Uğur Mumcu'yu öldürdüler. Kahvaltı sofrasında annemin ve babamın üzgün olduğunu hatırlıyorum. O kadar fakirdik ki, bu fakirlik içinde Uğur Mumcu'ya üzülmeye nasıl fırsat bulmuşlardı bilmiyorum. Sanırım bir tür şükretme terapisiydi. Bize dedemler bakıyordu. Sonra 17 Nisan'da Turgut Özal öldü. Öldüğünü öğrendiğimde dolmuşla Karşıyaka'dan Evka 2'ye dönüyordum . Annemle babamın bu ölüme sevindiğini hatırlıyorum. Aslında bakılırsa bu yılın en önemli olayı İnternet'in ODTÜ üzerinden Türkiye'ye girmesiydi. İnternet dünyayı çok değiştirdi. O zamanlar hiçkimse, 20 yıl sonra, internet üzerinden rahatlıkla örgütlenebilen Türkiyeli insanların, adına Gezi Parkı İsyan'ı diyeceği bir isyana sahip olacaklarını bilemezdi. 

2 Temmuz'da ise insanlar yakıldı. 1993 kötü bir yıldı. Terör devlet terörüydü. Faili meçhul cinayetler işleniyordu. Kürtleri ve solcuları ve Uğur Mumcu gibi tuhaf sağcıları öldürmeye devam ettiler. Bana kalırsa bu yılın en kalıcı olayı Levent Yüksel'in Med Cezir albümüydü. Bu yıldan yıllar sonra doğan insanlar bile albümdeki şarkıların çoğunu ezbere bilir. Türk Pop'unun dinlenebilecek seviyede olduğu yıllardı.

1994

Justin Bieber bu yılın Nisan ayında doğdu ama o zamanlar bunu yakın çevresi dışında fark eden hiçkimse olmamıştı. O yüzden bu olay doksanlarla ilgili bir hatırlamada yer alamaz. Yine de Adolf Hitler'in çocukluk zamanlarına geri dönme imkanı olsa ne yapardınız sorusu, Justin Bieber'ı için de sorulabilir.

1994 aynı zamanda benim yavaş yavaş dünyaya açılmaya başladığım yıl oldu. Yakın çevrem bile bunu fark etmemişti. Nirvana dinlemeye başlayıp serseri olmaya karar verdiğim ve sigara içtiğim yıl bu yıldı. Ben Nirvana dinlemeye başladıktan kısa bir süre sonra Kurt Cobain intihar etti. Ben etmedim. Halen yaşıyorum. Justin Bieber ise çok ünlü oldu. Kral Tv bu yıl içinde açıldı. Ergen erkekler olarak Gönül Gül klibi izleyip otuz bir çekmeye başlamamızın önü açılmış oldu. 

Özgür Gündem gazetesi bu yıl bombalandı. Türkiye ve Kürdistan'da Tansu Çiller rüzgarları esiyordu. Emniyet kemeri yasası çıkalı iki yıl olmuştu ama Türkiye'de bazı insanlar emniyet kemeri taktıkları arabalardan indikten sonra aynı yasayı çıkarmış olan devlet tarafından öldürülüyorlardı. Bu yazının 11 yıl sonra yazılacağını düşünürsek, şimdiden söyleyeyim, değişen bir şey yok. Kürtleri ve diğer tüm azınlıkları halen öldürüyorlar. Zenginler hariç. 

1995

Türkiye bu yılda da Avrupa Birliği'ne kabul edilmedi. Biz de hala çok fakirdik. Fakirliğimizin nedenlerinden biri olarak Avrupa Birliği'ne girememiz annemle babamı oyalayan bir fikirdi. Babam bir işli, bir işsizdi. İş için çocukluğumdan bu yana alışkın olduğum bıyıklarını kestiğini hatırlıyorum. Babamın üst dudağıyla 14 yaşında tanışmış oldum. 

Avrupa Birliği'ne kabul edilmemiş olsak da Gümrük Birliği'ne kabul edilmiştik. Bunun bizim aileye herhangi bir yansıması olduğunu hatırlamıyorum. Bu dönemde öyle çok ev değiştiriyorduk ki nerede oturduğumuzu da tam olarak hatırlamıyorum. Babam bir sonraki yıl gitti. Üzerimde bir etki yaratmadığını düşünsem de asıl etkilerinin neler olduğunu yıllar sonra anlamaya başladım. Birkaç içki masasında bunu anlatmaya çalıştıysam da kimsenin önemsemediğini fark ettim. Daha sonra bir filmde, bir eleştiri olarak duyduğum “Siz Amerikalılar duygularınızdan bahsetmeyi çok seversiniz” cümlesi halen aklımın bir kenarında durur. Ancak pek yararı olduğunu da söyleyemem. Halen fırsat bulduğumda kendimden bahsetmeye çalışıyorum. Sonuç ise değişmiyor.  

Bu yılın en önemli olaylarından biri İzmir'de yaşadığımız sel felaketiydi. 5 Kasım'daki sel felaketi sırasında beşinci katta oturduğumuz için herhangi bir sıkıntı yaşamamıştık. İnsanlar ölmüştü. Girne Bulvarı'nda bir akarsu vardı. Daha önce bir bulvar değil bir akarsuydu çünkü. Doğanın hafızası vardı. Hatırladığı yol ise Girne Bulvarından geçiyordu. Sel felaketinden birkaç ay sonra taşındığımız evde babam gitmişti. Annem geçtiğimiz yıldan kalan sel çamurlarını taşındığımız bu evden temizlemek için çok uğraşmıştı. Ellerinin yara olduğunu hatırlıyorum. Babam gidince biz de evden çıkıp anneannemin evine taşındık. Annem çamurları temizlenmiş evi bir sonraki kiracıya tertemiz bırakmıştı. Bunu unutabildiğini sanmıyorum. Annemin de bir hafızası vardı.

1996

Kardak Krizi bu yıl yaşandı. Neresinden bakarsanız bakın komikti. Birileri kayalıkların üzerine çıkmaya çalışıyordu. Ben ise 15 yaşında, düzenli olarak sigara içen, alkole başlamış, kitap okuyan, dersleri kötü, bıyıklarını kesmeye utanan bir çocuktum. TC İşçileri, İbneleri, Solcuları, Çocukları, Fakirleri, Alevileri, Kürtleri öldürmeye devam ediyordu. 

1997

Leydi Di öldü. Leydi Di öldüğünde İşçi Partisi'nin Gümüldür'deki Ütopya Tatil Kampı'nda çadırda kalıyorduk. Annemin arkadaşı Nebile Teyze'ye bırakılmıştık. Ablam Tarkan dinlemek istiyordu, bense Grup Yorum taraftarıydım. İçimdeki solcuyu Grup Yorum dinleyerek azdırıyordum ama örgütlülükle ilgim yoktu. İşçi Partisi'nin tuhaf bir sol parti olduğunu seziyordum. Sorunu birkaç yıl sonra çözmüştüm. İşçi Partisi siyasi bir parti değildi. Bir şahıs partisiydi. Doğu Perinçek'in dükkanıydı. O yaz Doğu Perinçek, iki korumasıyla sabah suyunda denize girmişti. Ben de birkaç metre yanlarından yüzüyordum. İşçi Partisi'ne üye olan insanlar çocuklarına Doğu ismini koyuyordu. Ütopya'da 50 güne yakın kalmıştık. Ben arkadaşlık tercihimi ismi Doğu olan çocuklardan yana kullanmak yerine yazlık çocuklarından yana kullanmıştım. Bazı geceler Satsuma Disco'ya gidiyorduk ve ben uzaktan Özge'ye bakarak Cin Fiz içiyordum. Zengin yazlık çocukları yanında fakir ama muhabbeti iyi, yaşıtlarına göre çok şey bilen bir çocuktum. Yaz bittikten sonra birkaç kez daha görüşmeyi denedik ama aramızdaki sınıfsal farklar buna çok fazla izin vermedi.

1998

Grup Vitamin'in solisti Gökhan Semiz bu yıl öldü. Ben o yıl Arzu'yla çıkıyordum. Gökhan Semiz'in ölümü hakkında yaptığım “çok gençti” yorumu ayrılığımızın ilk tohumlarını ekmişti. Neyse ki senenin sonunda başka bir Arzu'yla öpüşmüştüm. Arzu'yla öpüştükten sonra okul bitti, bitmeseydi de zirvede bırakmam gerektiğini biliyordum. Alttan alttan birkaç dersim kalıyordu yine de. Bu yılın son aylarında dershaneye başladım. Dershanede Pelin vardı. Dershaneye eşofman altıyla gelen zengin kızdı. Zengin kızlar her zaman güzel olurlardı. Pelin derste uyurdu. Belki de bu yüzden eşofmanla geliyordu. 

Bu yılın en karanlık olayı: daha sonra bir kesim tarafından “uzun adam” bir kesim tarafından da “hırsız ve katil” olarak anılacak Recep Tayyip Erdoğan, bir şiir okudu. Daha sonra bu şiiri yıllar yıllar yıllar ve yıllar boyunda kafamıza kakacaktı. Ülkede kendisini eleştiren herkese dava açacak bir adam bir yandan da şiir yüzünden hapiste yattığını haykıracaktı. Sürekli bir sinirli haykırma halinde olacaktı bu adam. Kasabalılık iktidarı ele geçirecekti. Pervasız kötülük ve köylülük tarafından esir alınacaktık. Kemalistler kaybedecekti. Bu yıllarda birilerine bu zamanları olduğu gibi anlatabilme gücünüz olsaydı eğer... Yoktu.


1999

Bu yılın en önemli iki olayından biri Euro'nun yürürlüğe girmesi, diğeri ise Ekşi Sözlük'ün açılmasıydı. İlkinin en büyük etkisi Alman Mark'ını ortadan kaldırıyor olmasıydı. Çocuk, genç ve yaşlı, kadın erkek ya da kürt, hepimizin Alman Mark'ıyla duygusal bir bağı vardı. Ekşi Sözlük Türkiye'de ilk defa, aynı platform içinde farklı sesleri bir araya getirip bir ifade özgürlüğü alanı oluşturmuştu. İlk yılları çok güzeldi. Sonraki birkaç yılı bu yıllardan çok daha iyiydi. İnternet üzerinden yazı yayınlayan ve çok sevdiğimiz “yazarlar” vardı. Kitapları yoktu ama yazıyorlardı işte. Sonra Sedat Kapanoğlu büyüdü ve kirlendi dünya. Çocukken Başak Purut adında bir adamın kilolarında katkısı olacağı söylenseydi buna inanmazdı büyük ihtimal. 

99 yılı aynı zamanda birkaç yıldır Türkiye'ye de gelmeye başlayan, artık yaşlanmış dünya starlarının etkisi altında geçirdiğimiz bir yıldı. Abdullah Öcalan da Türkiye'ye bu yılda gelmişti. Asamadılar, beslediler. Yemedi. Ben bu yılın Ekim ayında Marmaris'e gittim. Tuhaf bir vakıf okuluydu. Dolandırıcı olduklarını iki yıl sonra öğrendik ama turizmle hayatta kalacak kadar bir şeyler öğrenmemize yetmişti. Marmaris çok güzel bir yerdi. Sigaralar da fena değildi. “Sigara da fena değilmiş” demeyi Marmaris'te öğrenmiştik.

Bu yıl aynı zamanda Milenyum yılıydı. Saatler 00.00'ı gösterdiğinde kafamıza uçakların düşeceğini düşünüyorduk. Saatler gece yarısını geçtikten birkaç saat sonra ise bir önceki yılbaşı gecelerinde yaptığımız gibi yalnızca kustuk. Ancak kimse 2000'lerde dünyanın değişmediğini iddia edemez. Evet, Dünya her yıl, her gün ve her saniye değişiyor. Ancak 2000 yıllarla birlikte dünya dijital bir dünyaya doğru hızla evrilmeye başladı. Bir yandan retina ekranlar karşısında vakit geçirirken, diğer yandan da sokak hareketlerinin ivme kazanmasına tanık olduk. Dijital ve daha politik bir dünyada yaşamaya başladık. Tüm dünyanın sürekli online olduğu, akıllı telefonların televizyonlarımızın bile yerini aldığı, baş döndürücü bir hız dünyası.


Seksenler eski dünyaya aitti. İkibinler ise yeni dünyaya. Doksanlar ise bu ikisini birbirine bağlayan fermuardı. Bu yüzden biraz karaktersiz olduğunu düşünürüm hep. Sanırım doksanlara ait hatırladığım tek iyi şey, Türkçe Pop Müzikti. Yıldız Tilbe ve Teoman sonradan çok bozdu.

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa