Ana içeriğe atla

Semih Özakça, Nuriye Gülmen ve Ahmet Güntan

Semih Özakça ve Nuriye Gülmen ölmek üzere. Bunu hepimiz biliyoruz ve onları vazgeçirmenin mümkün olmadığı artık çok açık. Oldukça sert olduğunu biliyorum ama şu andan itibaren bıraksalar bile bedenlerinde ömür boyu sürecek izler bırakacak bu eylem.

Açlık grevi nedeniyle ölmek üzere olan iki insan varken, açlık grevi üzerine felsefe yapmak, Gülmen ve Özakça'ya akıl vermek benim açımdan ahlaksızlıktır. Ama bu ahlaksızlık da yetmiyor artık bize. Artık gizleyemediğimiz bir öfkemiz var çünkü. Bazen bir haberin veriliş şekli üzerinden ortaya çıkabiliyor bu dizginlenemez öfke: Artık onlara kızıyoruz çünkü onlar bu eylemle büyüdükçe biz küçülüyoruz. Onların bedeni küçülerek büyüdükçe biz daha da küçülüyoruz. Benzetme için kusura bakabilirsin Ahmet Güntan. Sabahtan beri bir şey yemedim. Açlıktan olabilir.

**

Keyfi yerinde insanların ölüm orucu/açlık grevi rahatsızlığı diye bir şey var. Yaşamı kutsamak üzerinden hareket eden sefil bir durum aslında. Hangi yaşam? İktidarın sonsuz güç ve bunun getirdiği pervasızlıkla her gün suratlarımıza tükürdüğü yaşam mı kutsal? Ama sanırım kendi hayatının verdiği keyfi gölgeliyor eylem. İçten içe kendisinden rahatsız ama yeterince güçlü değil. Vicdan yeterince rahatsızlanmamış. "Vicdan rahatsızsa itiraf kaçınılmaz olur" demiş Camus. İtiraf yok bizde. Demek ki vicdan da çok gelişmemiş.

"Gözümüzün önünde ölüp keyfimizi kaçırmayın. Çünkü yaşamınızın biricikliği size ait değil. Çelik gibi iradeniz bizi küçültüyor. Pasifist, pseudo-muhalif oluşumuzu ortaya çıkarıyorsunuz. Kendimize olan memnuniyetimiz yaralanıyor."

Öncelikle şu konuda anlaşmalıyız: Her insanın yaşamı ve yazgısı kendisine aittir. Biriciktir. Bu anlamda bir hayatı sonlandırmak ya da devam ettirmek tamamen o kişinin tasarrufundadır. Diken gazetenin haberi veriş biçimine karşı yapılan bir eleştiri olabilir "ölümü güzellemek." Ama hiçbir gazetenin bu eylemi sonlandırmak üzerine hareket etmesi gibi bir zorunluluğu yok. Ki Diken'in yaptığı Nuriye Gülmen'in "hakikat"te söylediği bir sözün verilmesi. Diken'le birlikte Nuriye Gülmen de mi ölümü güzellemiş, romantize etmiş oluyor? Bunun gibi sığ bir tabir militarist devlet anlayışı için kullanılabilir, terör örgütlerinin temelini oluşturan bir düşünce olarak da kullanılabilir. Ama düşüncesizce ve apaçık bir öfkeyle, hakları ve direkt olarak başkalarının da hakları üzerine yapılan bir açlık grevinin haberi için bu tabiri kullanmak düpedüz kötülüktür.

Eylemin toplumsal karşılığının gücü hakkında konuştuğumuzu da pek hatırlamıyorum ama Güntan şöyle bir cümle de kurabiliyor: "bu da açlık grevi yapan bir insanın ruh durumu hakkında hiçbir şey düşünmeyecek kadar işin fayda tarafına bakan biri olduğunuzu gösterir. Allah insanlığı sizin gibi insanseverlerden korusun."

Ahmet Güntan'ın ideal insanseverliği hiçbir şey yapmamak üzerine kurulu sanırım. Açlık grevinin bir direniş disiplini olduğu, şu ana kadar dünyada neleri değiştirdiği konusuna da giremiyoruz doğal olarak. Çünkü YAŞAM ÇOK KUTSAL. Sana kötü bir haberim var Ahmet Güntan. Yaşam kutsal falan değil. Hiçbir zaman da olmadı. Yaşamın kutsallığı söylemi çöpten, ezilmekten, hiçe sayılmaktan ve yoksulluktan uzakta bir burjuva söyleminden başka bir şey değil. Bu anlamda bunu senin söylemiş olman kendi içinde bir mantığa oturabiliyor aslında.

Gülmen ve Özakça için yapabileceğiniz bir şey yoksa, en azından içinizdeki sefil öfkeyi biraz baskılayabilirsiniz. Kimsenin sizden umudu yok. Gerçekten yok. Kimsenin size "Ahmet, sen neden burada değilsin" dediği de yok. Bu sadece sizin içinizde, "ben neden orada değilim" diyen biri olduğunu hissettiriyor ama bunun da oldukça iyimser bir fikir olduğunu düşünüyorum. Kimisi hakları için yaşamını ortaya koyarak ölmeye yatıyor, kimisi de sözleriyle öldürüyor kendini.

Ahmet Güntan'ın postun altına yaptığı yoruma verilen bir cevap her şeyi özetlemiş aslında:

"Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın "vazgeçin"cilere defalarca verdiği buz gibi yanıtlar var. Bulup okursunuz. Vazgeçin diyenleri ben alanda çok bekledim ama niyeyse bir türlü gelmediler. Bok'u yazabilirsiniz fakat öyle zamanlar gelir ki, yemeniz düşer. İki grevcinin de, ailelerinin de dilinin ucuna gelip de zarafetlerinden diyemedikleri "İşlerini geri veremiyorsanız size anca bok yemek düşer."dir. Bu dünyaya bir İzzet Yasar yeterdi oysa. Onun görece kabul edilebilir bir versiyonuna daha gerek yok. Bu romantizm de değildir. Veli Saçılık'ın kolunu köpeklerin ağzından aldılar. Saf olan bu. Saf olan o kadar rahatsız edici ki, bunun ağırlığına dayanamayıp saf olan dile getirildiğinde bunu snuff porn'a benzeterek hakikatten, hakikatin apaçıklığından kaçıyorsunuz ki "rahatsız edici" olanla aranıza mesafe koyabilesiniz. Marquis de Sade'ın, D.H. Lawrance'ın dedikleri tam buraya uygun düşer: Kaslarının eridiğini, adaletin de eridiğini söylemesini-ki apaçık olan şey budur- ölü seviciliğe benzeterek hakikati dolayımlıyorsunuz. Kendi gözlerinizden ırağa fırlatmaya çalışıyorsunuz. Pornoyu asıl siz çeviriyorsunuz."

Yorumlar

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa