Ana içeriğe atla

“ne işim var burada? keşke gelmeseydim...”

...sonra bir gün, belki aynı gün, belki de, ne fark eder, bütün günlerin aynı olduğunun anlaşıldığı o gün, tek kişilik koltuklarında bir sürü kişi, oturdular. kollarını koltuklarının kolçaklarına dayadılar. müzik dinlemediler. televizyon açmadılar. hiçbir başka şey yapmadan öylece oturdular. oturdukları odaya bakmadan oturdular. bazen gözlerinin eski bir eşyaya takıldığı da oldu. “ne işi vardı hayatlarında? nasıl girmişti? ne olmuştu? neden bu kadar çirkindi. neden bu kadar çoklardı. bu eşyaların benimle hiç ilgisi yok, yok ve olamaz da, neden orada duruyor...”

...yaşamış oldukları her bir gün ve yaşayacak oldukları her bir gün için farklı kişiler oldular. ilkin, birbirinden bu kadar farklı kişinin bir tek kişi olabilmesi, ya da yarılarak bölünmüş benliği böylesine birleştirmeye çalışması karşısında, şaşırdılar. sonra benliklerinin tutarsızlıklarla bölünerek, çoğul bir tek kişi oluşturduğunu anladılar.

...gün içinde gülüp söylemişlerdi. gün içinde sıkılıp kapanmışlardı. sonra gün içinde dalıp gidip, başka zamanlara açılmışlardı. eski zamanlara. geçmişlerinden kırık dökük anıları düşünerek, onu bir kez daha değiştirmişlerdi. onu her düşündüklerinde kırılan ve her seferinde de bir araya getirilmek zorunda olan paramparça bir vazo gibi. geleceklerinden günler hatırlamışlardı, hayal kurarak. kim oldukları mühim değildi. ne oldukları mühim değildi. nerede oldukları mühim değildi. dünyadaydılar. şimdi buradan çekip gitseler, gittikleri yerde birkaç sene içinde buradakine benzer bir hayat kurmuş olacaklardı. dünyanın her yerinde aynı insan olacaklarını biliyorlar, ama kim olduklarını bilmiyorlardı. hayır, kim olduklarını çok iyi biliyorlar ve bundan utanıyorlardı. hayır, utanmıyorlar ama yalnızca saklamaları gerektiğini bildikleri için saklıyorlardı. kendilerine çok yaklaşmışlar, kendi özel hayatlarına bir yabancı gibi müdahale etmişlerdi. kendilerinden kaçıp kendilerine yakalanmışlardı. böylesine uzak bir yıldız… böylesine yakın bir dünya… insanın içinde uçsuz bucaksız bir gece çölü vardı. çölde gece değildi. çöl gecedendi. hayır, insanın içinde aydınlık yarınlar vardı. yanılmak, ileriye doğru yanılmaktı. sonra birbirlerine biraz daha yaklaştılar. tek kişilik koltuğa o kadar kişi sığsınlar diye biraz daha sıkıştılar.

...ona öyle söylerken, diğerlerine başka söylemişlerdi. bir başkasına karşı öyle hissetmezken nereden çıkarıp da bir anda öyle konuşmuşlardı? anlamadılar. yalan söyleyen, kıvıran, bile bile unutan, bir anda başka şeyler söylemeye başlayan kişinin gerçekliği karşısında ayakta kalmışlardı. “hangisi benim” diye düşündüler. yalanların, gerçeklerin ve bir sürü saçma şeyin oluşturduğu bir bütün mü, yoksa bir araya gelmiş parçaların belirli bir maddi yapı oluşturamadığı, o darmadağınıklıktan müteşekkil belirsiz kişi mi?

“...oysa o gün yanına giderken kararlıydım, her şeyi anlatacaktım. her şeyi soracaktım. önce yaptıklarım için özür dileyecek, sonra da suratına tükürecektim. hayır, önce suratına tükürecek, sonra yaptıklarım için özür dileyecektim. yalnızca söylemem gerekenleri söyleyecek ve çıkıp gidecektim. hayır, onu gördüğüm gibi öpecektim. neden o gün öyle konuştuğunu soracaktım. cevap veremeyecekti. yalan söyleyecekti. yalanını yakalayacaktım. bana o soruyu sorarsa cevabını verecektim. aslında hiç önemi yoktu.”

“...kapının önüne geldiğimde hala böyle düşünüyordum. zili çaldığımda da hiçbir değişiklik yoktu. selam bile vermeyecek, belki bağırmaya başlayacaktım...”

“...hayır, yolda giderken böyle olmamıştı. başka şeyler düşünmüştüm. bir daha hiç birlikte bir akşam geçiremeyecek miydik? kiminle gülecektim? bahçede bir daha oturamayacak mıydık? dizlerimiz belli belirsiz birbirine dokunmayacak mıydı? o işi o olmadan nasıl halledecektim? ona istediklerimi söylersem diğerini de kaybedecektim. ama belki de beni seçerdi? beni seçmesini istemiyordum. hiçbir şeyin değişmesini istemiyordum. ama bunun hesabını ondan sormalıydım. neden bu kadar önemsemek zorundaydılar? aslında hiç önemi yoktu. yalnızca benim için bir önemi olduğunu sanmasını istiyordum. önemi yoktu. hem hiçbirini de kabul etmeyecekti. bana öyle geldiğini, yanlış anladığımı söyleyecek, “hep her şeyi birbirine karıştırıyorsun, her zaman böylesin” diyecekti. anlaşamayacaktık. önemi yoktu. oysa her şeyi kabul etmeye kararlıydım. her şeyin kabul edilmesini, bu sayede yaşananların gerçekliğe taşınmasını istiyordum. yaşananların bu sayede gerçekleşmesini istiyordum.”
“...zili çaldım. ev kıyafetiyle açtı kapıyı. saçları dağılmıştı. gözlerinin altı kararmıştı. çocuk gibi bakıyordu. eski, solmuş, renkli bir pijama giymiş birine kızamazdım. uyuyan bir insanı seyredip sonra da ona kızamazdım. ev haliyle kimseye kızamadım. kendimden başka kimseye kızamazdım. niye geldim ki?”

“...hepsi yalandı. herkes kadar suçluydu. çocukluğunun ardına sığınamazdı. yaptıklarından sorumluydu. bunun bedelini ödemeliydi. ben suçsuzdum. ben nasıl davranmam gerekiyorsa öyle davranmıştım. elimden başka türlüsü gelmezdi. başka türlü olamazdı.”

“...saçmalık. birbirlerine bu kadar yakın olmaları saçmalık. birbirlerinden alabilecekleri hiçbir şey yok. ona sorsam, bunun yeterli olduğunu söyleyecek. her şeyi sormalıyım. sorarken gözlerine bakmalıyım. gözlerinden her şeyi anlayacağım. bana yalan söyleyemez.”

“ne işim var burada? keşke gelmeseydim...”

Yorumlar

PoP

kalp krizi belirtileri ve kısa açıklamaları

toz ve kilittaşlar arasında, ormana uzak ışıklar altında otobanlarda hayvan leşleri, devlet dairelerinde çürümüşlük ve uyuşma salyangozları rengarenk boyadım, artık hepimiz daha da perişanız. "kalp krizinin neden olduğu göğüs ağrısı bıçak gibi giren bir ağrıya benzetilebilir. sanki göğsün ortası sıkılıyor ya da üzerine baskı uygulanıyor gibi hissedebilirsiniz. bu ağrı 3-4 dakika sürebilir, ara ara geçip tekrar geri gelebilir. göğsünüze bir gece yaşlı bir öküz oturabilir." sabahları yılgınlık belirliyor ve otobüslere tutunmuş milyonlarca el arasında tırnaklarından fışkırıyor ne iş yapmadığın bu da birleştiremiyor bizi gözünde çapaklarla uyanıp evden fırladığın bir sabah yaklaşmakta olduğun mesai oyalarken günlerini adımlarınla katıldığın medeniyetler tarihi kaldırımlarda açtığın belli belirsiz çiçek yüzünün gezegende açtığı uykulu yara kendin için hiç düşünmediğin şeyler gelip duruyor kapına atak, kaygı, bir miktar bulanma kira, aidat, sgk ke

dua

-epidermisten evrene yayılan küçük deri parçalarını düşün gövdenden parçalanıp ufalanarak dünyaya karışan tozdur o yıldız tozu, insan tozu, canlı ve ölü toz hiçbir fark yok aralarında yeterince temele indiğinde her şey cansızdır- her hafta en baştan tekrarlanan bir pazartesi olarak yeryüzüne neredeyse dik bir açıyla halısahalardan, ıstakalardan, erkek kokulu oyun salonlarından uzakta yaşamış bir hayvan olarak hayaller, olmayacak projeler ve her daim kolpa bir doğaya yerleşme düşüncesiyle bazan sokaklara, kaldırımlara, taşıtlara ve bankalara düşman bir tavırla bazan bir markayı ayaklarıma denerken bazan yüzündeki ıslak maskeyi ve gözyaşarmış gözlerini daha çok severek, -dua eder gibi, çok kullanılmış dudaklarımı küfredip ışık hızının bir oyunu yüzünden bir saniyenin birkaç milyonda biri boyunca gözlerinin geçmişinden öpüyorum- rutubet ve kömür kokulu gecekondularda cigara kovalamayı özleyerek uzun süredir görüşmediğim bir dostun içimde bıraktığı tedirginlik ama özle

Dış Güçler: Bir Pazar Akşamı Rastladım Size

Dünyanın bütün pazarları birbirine benziyor. Tanrı haftanın günlerini yaratırken tek bir pazar yaratmış ve onu bir kere kopyalayıp sonsuz kere yapıştırmış gibi. Ama o pazar hayatımda yaşadığım tek ve bu yüzden en farklı pazardı. O Ses'i izliyordum, Özden banyoda saçlarını kurutuyordu. Sehpadaki şarap kadehine uzanırken bir anda onları orada gördüm. Her sağlıklı insan gibi yerimden sıçrayıp çığlık attım. Çığlığım bittiğinde fön makinesinin sustuğunu fark ettim, Özden salon kapısında elinde fön makinesi ile dikiliyordu. Ağzı şaşkınlıktan yarım açık kalmıştı. Gözlerini odadaki iki kişiden ayıramıyordu. “Siz, siz…” diye kekeledim ve sustum. “Siz” dedim tekrardan gücümü toplamaya çalışarak, “ne, ne… ne zaman girdiniz içeriye?” “Halı için geldik” dedi kadın, adamla birlikte gülümsediler ve devam etti, “şaka, biz hep buradaydık.” Sesinde belli belirsiz bir aksan var gibiydi. Özden elinde fön makinesi, arkasında fön makinesinin kablosunu sürükleyerek yanıma geldi. Odadaki insa